17 Nisan 2019 Çarşamba

En kötü huyum mükemmeliyetçiliğim...

Tabi bir de dürüstlüğüm ve herkesi kendim gibi sanmam. Hangimizin en kötü üç huyu bu harika şeyler değil ki? Şimdi bunlar arasında mükemmeliyetçilik çok yanlış tanınıyor. Ben size doğru tanıtmaya çalışacağım.

Öncelikle mükemmeliyetçi olmak demek her şeyi mükemmel yapmak demek değildir, obsesif olmayı da asla gerektirmez. İşlerinizi başkalarından daha iyi yaptığınız anlamına filan gelmez. Bu bir beklenti meselesi. Benim kendimden beklentim herhangi bir görevi, herhangi verili bir durumda mükemmel bir şekilde icra etmem. (Bu kendini beğenmişlik ya da kibir de değil, yanlış anlayacaksınız gibime geliyor endişeleniyorum. Ve elbette ben bir şey anlatıyorsam mükemmel anlatmam lazım, sıkıntılanıyorum, hadi bi dikkatinizi toplayıp güzelce okuyun da halledelim şu yazıyı.)

Ben demiyorum ki bugüne kadar ne yaptımsa mükemmel yaptım. Oldukça acıklı bir şey söylüyorum aslında, mükemmel yapamadığım hiçbir şeyden doğru düzgün bir keyif alamadım. Yaniii… evet hiçbir şeyden! Bu mükemmeliyetçilik belasını havalı bir şey gibi göstermeye çalışan sevimsiz plaza çalışanları, umarım bunun ne büyük bir ızdırap olduğunu biliyordur. Mükemmeliyetçilik “olduğu kadar, olamadığı kader” diyemeyip, “inşallah tez zamanda ölürüm de kurtulurum bu beceriksiz hayattan” demektir. Hayatta tat tuz bırakmayan bir parazit, zevk emikleyen bir kenedir.

Şimdi ben afedersiniz bok varmış gibi, gidip bir de “amaaan olduğu kadar” demenin pek hoş olmadığı bir meslek seçtim. “Canımdan kıymetli mi ayol” dediğin şey tutup da başkasının canı olunca işler biraz karışıyor. Acil serviste tek doktor olarak çalıştığım pratisyen mecburisi anılarım da bu sebeple korkunçtur. Hakkını helal etmemek için tek şansın var deseler, yeni mezunken beni 24 saat tek başıma acilde ve tüm hastanede sorumlu hekim olarak bırakan dönemin sağlık bakanı recep akdağ’ı söylerim. (Bu hak hellallemeler filan hep Konya’dan bulaşıyor bana, hatırlatın da size hapşurunca çok yaşa yerine denilen islami sözleri de öğreteyim, siz de kültürlenin.)

Ama her şey doktorluk kadar ciddi değil, önemli değil, gergin değil. Mesela ben şarkı söylemeye başladım.  Amatör bir koroda, amatör bir korist olarak. Koronun düzenini anlamam birkaç hafta aldı, ve mükemmel bir kişi olarak kendiliğimden kavramam gerekirdi diye düşünüp kimseye “ya burada işler nasıl yürüyor” diye soramadım. Anladığım düzen de şu: Her hafta birkaç korist çalışmanın sonunda hazırladıkları bir şarkıyı solo söylüyorlar. Bu aslında konserde yapılacak sololar için de bir deneme. Hoca da teşvik ediyor, herkes en az bir kez denesin diye. Ben haftalarca her Salı çalışma çıkışında “ertesi hafta kesin ben de söyleyeceğim” diye karar verip, sonraki çalışmadan bir gün önce istisnasız ishal oldum, aşırı heyecanlandım ve söyleyemedim. Bu arada ona yakın şarkı çalıştım.
canımlar. 
Komşularım benim bu hazırlık sürecimde perişan oldular, yüzüm tutsa bir kek yapıp kapılarını çalacağım, affedin, psikolojik sıkıntılarım var diyeceğim. Annem, Neyir ablam, erkek arkadaşım her koro çıkışında bir sonraki hafta için kararlılığıma ve gazıma, bir sonraki çalışma yaklaştığında da pısıp yerime oturuşuma defalarca şahit oldu. Annem bir ara Konya’ya gelmeyi bile teklif etti. Mesela bir şarkı çalışıyorum, anne diyorum dinlediğim kadınınki kadar iyi olmuyor, dinlediğim kadın dediğim de illa ki bir TRT sanatçısı, annem on saat dil döküyor “yavrum sen TRT sanatçısıyla niye kıyaslıyorsun kendini, sen bildiğin kadar söyle”, hmm mmm filan diyorum ama, hiç aklıma yatmıyor bu iş. Bir hafta daha erteliyorum solo söylemeyi. Bu arada korodaki diğer kişilerle azar azar tanışmaya başlıyorum, onların kibar teşvikleri benim sırtımda üç ton yüke dönüşüyor. Üstüme fil oturuyor biri solo deyince, "solonuza sıçayım" diye bağırmak istiyorum. Bazı haftalar bu solo söyelemek isteyen var mı seansından kaçamayacağımı düşünüp çalışmaya hepten gitmiyorum. Ya hiç otuz yaşını geçmiş kadın davranışları mı bunlar, hiç yakışıyor mu, ama yok işte engel olamıyorum kendime. Çünkü “aman kötü söyleyeyim ne var” diyemiyorum, yapamıyorum, ızdırap içindeyim. Haftalarca süren bu kısır döngüyü korodan çok sevdiğim çok tatlı bir kadının “yahu ne var burası aile gibi, hepimiz söylerken hata yapıyoruz” demesiyle kırmaya karar verdim. O ailenin gerçekten bir parçası olmak için kusurlarımla kendimi ortaya koymayı göze almam gerektiğini düşündüm. Sonunda bir şarkıda karar kıldım, komşulara hayatın anlamını sorgulatana kadar çok kereler şarkımı söyledim de söyledim, iş yerinde, evde, arabada, duşta, sporda, söyledim de söyledim. Bence sonunda oldu. Koro çalışması zamanı geldi. Tamam dedim, oldu zaten, artık heyecanlanacak bir şey yok. Çalışmanın sonunda hocayla göz göze geldik, evet dedim benim şarkım var, çıktım ve allah belamı versin o kadar kötü söyledim ki! Sanki benim kulaklarım kulak değil, sanki benim ses telim tel değil, sanki ben ben değilim. Şarkı bir şekilde ağzımdan dökülüyor ama şerefsiz sanki bana düşman.
Üstat Eminem sanırsınız benim solomu anlatmış (ama kusmuk hariç):
His palms are sweaty, knees weak, arms are heavy
There's vomit on his sweater already, mom's spaghetti
He's nervous, but on the surface he looks calm and ready
Sanki ben utançtan öleyim diye yeni nesil bir biyolojik silah olarak bestelenmiş yavşak. O evdeki duştaki arabadaki havamdan eser kalmadı, dizim titriyor, görüntü bulanıklaştı. Yani biraz daha fazla utanmam için ya kusmam ya işemem kaldı orda. Güftesine tükürdüğümün şarkısı sonunda bitti, sazlara gerçekten minnettar bi şekilde teşekkür ettim çünkü onlara acı verdiğimi düşündüm bu birkaç dakika boyunca. İnsanlar biraz alkışladı, çünkü adetimiz o, soloyu alkışlıyoruz sıçıp batırsa da. Sonra şöyle bir şey oldu: O çalışmanın kalan süresi boyunca kimse benimle göz teması kurmadı. Bir anda yok oldum sanki. Okulda bize anlatmışlardı, doktorlar artık öleceği kesinleşen hastaların odasına daha az gitmeye başlıyormuş. Dedim herhalde öleceğim, başka bir açıklaması olamaz, o yüzden artık bakamıyorlar yüzüme. Bir süre sonra (bence birkaç yıl) yanımda oturan arkadaşım eğilip şöyle dedi: “Senin de sesin değişikmiş.” Dudak kenarlarımı sanki iki yandan vinçle yukarı çekiyorlarmış ama yine de oynamıyormuş gibi, öyle zor, öyle zoraki biraz gülümsedim. Sonra kara kara düşünmeye başladım, ben bir daha bu koroya nasıl geleceğim, insanların yüzüne nasıl bakacağım, nasıl utanmadan ağzımı açıp o ağızdan çeşitli sesler çıkmasına izin vereceğim? Ve aklıma o muhteşem karikatür geldi: “BEYLE”.
Hepinize “beyle” tatlı aydınlanmalar dilerim.
 Canı yürekten diliyorum bunu, çünkü çeken bilir. 
Yani diyeceksiniz ki, böyle dandik aydınlanma mı olur? Arkadaşlar ben mükemmeliyetçiyim benim aydınlanmam bile bu kadar oldu, siz de fazla zorlamayın isterseniz. “Beyle” yapın işlerinizi, olduğu kadarıyla… Sonraki hafta kuş gibi hafif, karga gibi bet sesle gittim. Oh be dedim, duydunuz işte bendeki ses bu, kulak bu, durum bu, kovacak mısınız, yok kovmuyorsunuz, iyi ben o zaman şuraya oturup şarkı söyleyeceğim. Afedersiniz safiye ayla ayarını tutturamıyorum bazen, o da benim kusurum oluversin. Sırtımdaki üç tonluk yük kalktı, keyifli olması gereken şeylerin belki de gerçekten keyifli olabileceğine dair bir umut ışığı tünelin ucunda belirdi. 

Demem o ki, amatör bir koroda pek muhteşem olmayan bir şekilde şarkı söylüyorum, geçen hafta kusurlarla dolu ama yine de fena olmayan bir konserimiz vardı. Seneye hepinizi bekleriz.
  
BONUS: İslami usul hapşurma diyaloğu: Hapşuran kişi öncelikle elhamdülillah diyor. Burası önemli çünkü hapşuruktan sonra hemen kendinizi toplayıp elhamdülillah demezseniz birisi o arada size çok yaşa diyerek bütün ritüeli bozabilir. Arkadaşımız hapşurdu ve kendisi elhamdülillah dedi, biz ona yerhamükallah diyoruz. O da bunun altında kalacak değil, görüyor ve yükseltiyor: Yehdina ve yehdikumullah. Burada biz artık susuyoruz, acaba birbirimize neler dedik diye düşünüyoruz. O sırada arkadaşımız bahar alerjisinden dolayı bir daha hapşuruyor, ödümüz kopuyor bu ritüeli baştan alıcaz diye, elimizi arkadaşımızın dudaklarına götürüyoruz, konuşmasına izin vermiyoruz, usulca eğilip kulağına fısıldıyoruz “bir kelime dahi etme, neden biliyor musun, çünkü inanırım.” Ama siz yine bildiğimiz gibi hapşurunca çok yaşayın, ben de göreyim, neden biliyor musunuz, yoksa deliricem de ondan.