13 Eylül 2017 Çarşamba

Konya'da Direk Dansı

Blog tıklansın diye yazıyla alakalı ama feci şekilde çarpıtılmış başlık attım. Bu ucuzlukları hep odatv'den öğreniyorum.

Gelelim direk dansı bahsine. Melbourne'deyken fark etmiştim, orada zibil gibi direk dansı kursu vardı. (Gördüğünüz gibi şarka gitmemin üstünden neredeyse bir yıl geçti ama hala ekmeğini yiyorum.) Gavur buna "pole dance" diyor. Bunu striptizci kursu gibi düşünmeyin, halk eğitim meslek edindirme kursu değil bu, daha ziyade eğlenceli, maceralı bir egzersiz biçimi. Hiç de kolay değil ayrıca, kuvvetli olacaksın, esnek olacaksın, çevik olacaksın, dengen iyi olacak, biraz da gözüpek olacaksın bu işi becerebilmek için. Merak edenler için birkaç link koyuyorum, ayıplı olmayan direk dansı nedir diye bakabilirsiniz: Buraya, buraya, buraya ya da buraya tıklamak serbest. (utanmayın ayol, egzersiz diyorum size spor diyorum.) Bazı kurslar sadece kadınlara özel, bazıları ise kadın-erkek karışık sınıflar açıyor. Ben neredeyse Melbourne'dekilerin hepsini, saatlerini, başlangıç kurlarını, ücretlerini vs araştırdım, kafaya koymuştum öğreneceğim direkte fır dönmeyi, tepetaklak aşağı kaymayı ama bu meseleye orada olduğum sürenin son ayında uyandığım için dedim ki "şimdi  başlasam da bir ayda pek bir şey öğrenemem, artık temelli geldiğimde başlar, uzun uzun devam ederim." Zaten tahmin edersiniz ki oradaki her şey gibi bu kurslar da çok pahalıydı. Neticede Avustralya'ya temelli taşınma ihtimalimin dayanağı olan doktora başvurusu zamanı geçenlerde geldi, oradaki hocam bana mail attı, "ne yapıyorsun, geliyor musun?" dedi, dedim ki "belki başka zaman, ben şimdi Konya'ya mecburi hizmete gidiyorum."

ben zaten tepetaklak duramam ya, çok korkuyorum.
ayağımı duvara yaslayarak amuda kalkmam bir yılımı aldı.
Avustralya'ya taşınmama kararım sonucunda direk dansı hayalim bu iş Türkiye'de yaygınlaşıncaya kadar askıya alınmış oldu. (Lan aslında bir hoca getirip ben mi açsam bu kursu? Arkadaşlar iş  konuşmak isteyenler özelden yazsın.)

Pek yakında Konya'da yaşamaya başlayacağım, haftaya evimi taşıyacağım, güvenlik soruşturmasının tamamlanıp tebligatın yapılmasını bekliyorum. Çokça heyecanlıyım, biraz da korkuyorum. Konya'ya, Ankara'da on beş yılda edindiğim yüz bin kişilik arkadaş çevremi bırakıp bir başıma gidiyorum. Kendimle başbaşa kalmak hiç becerikli olduğum bir konu değil maalesef, ilk zamanlarda orada yalnız başıma bocalamayayım diye bazı önlemler almaya çalışıyorum. Örneğin Ankara'da hiç de adetim olmayan havuza yazılmak işine niyetlendim bu sebeple. (Kendimle ilgili bazı gereksiz bilgiler paylaşayım: Benim ömürlük kullanmam gereken bir ilacım var, bazı kişilerde erken kemik erimesi yapmış bu ilaç yan etki olarak. O yüzden ben egzersizimi kemiği de geliştiren koşu gibi, ağırlık çalışmak gibi şeylerden seçiyorum. Malum yüzmenin kemiğe bir hayrı yok. Ama Konya'da yapacak işim gücüm yok, hem koşarım hem de bir iki gün yüzmeye de giderim, zararı olmaz dedim. Havuz araştırmaya başladım. ) Konya'nın havuzları hamam misali, kadın saati - erkek saati ayrı! Bazıları direk günleri bölüştürmüş hatta, salı-perşembe-pazar bayan günü diyor. Saat paylaştıranlar kadınlara haftanın üçte birini ayırmış sadece, bu saatleri de genellikle mesai saatlerine denk getirmiş. Haftanın üçte ikisi erkeklere. Karşı cins arkadaşlarla eşzamanlı kulaç atıp ayak vurmanın uygunsuz olduğunu düşünmüş belli ki Konya ahalisi, oysa ben kafasında bone olan hiçbir canlıdan zarar gelmeyeceğine eminim. Elinde atom bombasının düğmesi olsun, kafasında boneli adamdan zarar gelmez, öyle naif bir aksesuar o. Neyse ben bu havuz olayını şaşıra şaşıra kime anlattıysam "evet bizim orda da öyle" dedi. Sizin oraların da allah bin belasını versin, ne diyeyim. İlla ki yeterince araştırırsam saatleri bana uyan bir havuz bulabileceğime inanarak Konya gerçeğine usul usul alışmaya çalışıyorum.

Konya'dan MS 2017 yılına ait bir havuz seansları tablosu.
Renklerin çirkinliğine bakılarak orjinal bir eser olduğunu söylemek mümkün, bu çirkinlik o dönemde iç anadolu esnafınca sık tercih edilmiştir. Benzer renk kullanımını aynı döneme ait kebapçı menülerinde de görmek mümkündür.  
Ben bu havuz işini bir şekilde hallederim ama haftada yedi gün var, ben yüzsem yüzsem iki gün yüzerim. Bana daha fazla aktivite lazım. Oldum olası koro sevmişimdir, aklımda da hep uygun bir zaman olsun, iyi bir türk sanat müziği korosuna katılayım (evet ruhum yaşlı, kime ne) diye bir düşünce vardı. Ankara'da koro sürüyle, ama zaman uymadı. Ama Konya'da öyle mi, zamandan bol ne olacak, yazılırım en nefis TSM korosuna, istedikleri kadar çok çalışma koysunlar hepsine giderim. Ama araştırıyorum, soruşturuyorum, Konya'da baronun korosu dışında bir tanecik olsun sanat müziği korosu yok. Ben de avukat olmadığıma göre kaldım mı korosuz? Bakın direk dansından vazgeçtim ses etmedim, kızlı erkekli havuzlarda kulaç atmamaya da razı geliyorum, bana bir koro bulun ben makamınca şarkılarımı söyleyeceğim, cık, o da yok. (Konya'nın sosyal hayatına dair endişelerim gittikçe artıyor anlayacağınız.) Sonunda bir adet tasavvuf müziği topluluğu buldum. Allah kabul etsin düzenli meditasyon yapan, Budizm'in reenkarnasyon gibi bilimdışı yanlarını sallayıp kalanıyla kıyısından köşesinden ilgilenen (bakın bu da Melbourne'de bulaştı, aman ne Melbourne'müş, demek gitmesem hepten köylü kalacakmışım.) bir insan evladıyım. Tasavvuf bana ters olmasa gerek diye tahmin ediyorum. Konya'ya gitmişken tasavvufla şöyle yakından tanışmak, azıcık içli dışlı olmak harika fikir dedim. Nasiplenirim bu kültürden, zaten müziğini ufaktan dinlemişliğim de var, dede efendi olsun, ıtri olsun, tanıdığımız sevdiğimiz abilerimiz. Ben böyle böyle direk dansı kursundan tasavvuf müziği topluluğuna doğru kendimi ikna ederken gördüm ki bu topluluk hem amatör değil, hem de aşağıdaki fotoğraftan göreceğiniz gibi pek beni aralarına alacak bir ekip gibi değiller. Bu koro çalışmalardan sonra bir şeyler içmeye de gitmiyordur sanırım.

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu
(o çarşafların içinde hep çıplaklarmış diyorlar ama günahları boyunlarına)

Neyse korosuna giremedik diye tasavvufu sallamayacağım, merak ettim bir kere, biraz okuyacağım gitmişken. Kindle'ıma cilt cilt mesnevi indirdim, oradan başlarım.

Hayat şartları ve mecburi hizmet ikilisi sağolsun hayaller yirmi santim cam topuklu ayakkabılarla direklerde saltolar atıp başaşağı fır dönmek olsa da, hayatlar havuzların bayan saatlerinde yüzmek ve diğer günlerde evde duş başlığına "Tut-i mucize-guyem ne desem laf değil"... Benim hayaller de şimdi biraz şey, ben bunu kabul ediyorum ama bir kent için de korosuzluk kabul edilebilir gibi değil.

Velhasıl mecburi hizmet süresince amacım Konya'nın Ankara'ya yakınlığıyla teselli olmak değil, şehrin kendisinde seveceğim şeyler bulup geçici de olsa orada kendime bir hayat kurmak. Bunu yapabileceğimi de sanıyorum. Bundan sonra ilginç bir şeyler denk gelirse eğer, iyi niyetim ancak adetlerine asla uymayan kişiliğimle barınmaya çalışacağım Konya'dan yazacağım. Yolunuz düşerse beklerim, sevgiler.





18 Nisan 2017 Salı

Bala ve Ötesi

Seçim hepimizi yordu, sinirlendirdi, hayallerimizi yıktı, bir yandan da ümitlendirdi, mücadele duygumuzu yeniden diriltti; derken ne hissedeceğimizi bilemez halde hayırlısıyla güzelce delirdik.

Şimdiye kadar oy kullandığım her seçimde sandık başı bekledim, hep şehir merkezinde görev aldım. Bu seçimde de Hayır ve Ötesi gönüllüsü olarak Bala’da Akkoyunlu köyü’nün 1008 nolu sandığının başında geçirdim günümü. Bala yolunda arkadaşlarla şöyle konuştuk, “oylarımızı devletten korumaya gidiyoruz.” Gerçekten de her seçimde en büyük derdimiz bu oldu, devlet oyumuzu çalmasın, ne fena.

o bala köyünden bu bala köyüne giden yol. bence güzel. 


Bala dediğimiz yer, kentte doğup kentte büyümüş bir insan için Mars gibi bir yer. Vallahi abartmıyorum, taşralı nobranlığı beni tüketti. Öncelikle şunu söyleyeyim, Bala’yı sevdim, köylerini sevdim, yollarını sevdim, havasını sevdim, sessizliğini sevdim. Onun dışında yadırgaya yadırgaya kurdeşan döktüm.

Önce Bala merkezde buluşup, köylerimizi, müşahit kartlarımızı paylaştık, arabaları bölüştük, 11 gönüllü, merkezdeki sandıkları CHP’ye bırakıp köylere dağıldık. Bu organizasyon sayesinde önceden haritadaki yerini bilmediğimiz Bala’nın köylerine karış karış hakim olduk. Mesela yoldaki dayıya yol soruyoruz, Tol’ü geç diyor, Davdanlı’dan sola sap. Anlıyoruz tarif ettiği yolu, sandık var çünkü hepsinde, kaç kişi oy kullanacak, geçen seçimlerde kime oy vermişler biliyoruz, o köylerin hepsi bizim bebeğimiz modundayız. Arabaları dört yöne ayırdık, kuzeye güneye batıya doğuya araba çıkarıp, sıra sıra birbirimizi köylere bıraktık, akşam iş bitince geri toplamak üzere. Bazı köyler merkezden bir saat uzaklıkta. Giden gider… Bazı arkadaşların gün boyunca telefonu çekmediği için ne bizimle haberleşebildiler, ne de gönüllü avukat arkadaşlarımızla. Tamam dağ başı değil ama ben nereden bileyim Caner’in başına Ergin Köyü’nde bir haller geldi mi gelmedi mi? Neyse gün sonunda almaya gidince tek parça ve yüzü gülerek görünce rahatladım, bir şey olmamış.

Sofular köyü ve Beynam’ı kara listeye aldık, arkadaşlarımıza çok zorluk çıkardılar; bir sonraki seçimde oraya üçer beşer gitmezsek bize de “Bala ve Ötesi” demesinler.

buyursunlar, akkoyunlu köyü burası.
Benim köy Akkoyunlu idi. Küçük, sessiz, güzel bir köy. AKP-MHP seçmeni çoğunluk. Az biraz da CHP’li var. Baya bir köylü Kürtçe konuşuyor. Gittim sandık kuruluna, başkanın kim olduğunu sordum. Etrafa göstermeden ANAP müşahit kartımı başkana gösterip kendimi tanıttım. Oy kullanma işlemi sürerken parti adı söylemek filan yasak diye özenli davranıyorum, sandık kurulundaki amcalardan biri bağırdı: “Sen evetçi misin hayırcı mısın kızım?” Haydaa, “şimdi bunu konuşamayız, ayrıca ben sizin kızınız değilim ki…”gibi onlara son derece anlamsız gelen laflar gevelerken ben, başka bir amca “ANAPlıymış, ANAP hayır diyor” dedi. İlk amca dellendi bu sefer, “Merhum Özal da isterdi başkanlık, sen neden böyle yabıyon?” dedi. Bunları hep bağırıyorlar bu arada, yani ben bana bağırıyorlar sanıyorum, sonra baktım zaten hep bağırarak konuşuyorlar, benlik bir durum yok. Sizin başkan kim dediler, çalışmıştım dersimi: Başkanımız İbrahim Çelebi’dir dedim. O ara uzunca Mesut Yılmaz’a giydirildi, sessizce dinledim. Bu ülke kadar solcusunu halden hale, şekilden şekile sokan memleket var mı merak ettim, elimde ANAP kartı, “Mesut da iyiydi bakmayın siz” minvalli laflar ediyorum. Yazıklar olsun onca okuduğuma. 


Yemek saati geldi, CHP sadece kendi görevlisine yemek getirmiş diye adamı yerin dibine soktular. Sonra bir yerlerden sipariş verdiler, tavuk dönerle ayran geldi. Ben yemem diyorum, kibarlık yapıyorum sanıyorlar. Ya hayvan öldürmüşsünüz, ben yemem onu ama anlatamıyorum. Dönerin ekmeğiyle oyalandım biraz, yedin mi dediler yedim dedim, dışarda birine verdim yemeği. O sırada insanlar oy kullanmaya geliyor, gönderiyoruz geriye. Yemek yiyoruz sonra gel diye. İnsanlar da hiç garipsemeden gidiyorlar. Benim arabada bizim ekip için aldığım muzdan elmadan artanlar vardı. Yemekten sonra onları getirdim. Bohemlerimden öğrendiğim usulle güzelce şöyle dedim: “Benim yanımda biraz meyve var, bunu benimle paylaşırsanız çok sevinirim.” En başta bana evetçi misin hayırcı mısın diyen amca bu paylaşma işine sıcak bakmadı, “Burda herkes gücüne göre yer” dedi. Hoydaaa… Bir kere top benim arkadaş, istemezsem hiçbirinizi oynatmam, giderim arabamda yerim on tane muzu. Ya ama artık sesim içime kaçtı, pek cevap veremiyorum. Allahtan hayır’cı jandarma abi yardıma yetişti, “o zaman hepsini ben yerim, belimde silah var.” dedi. Silaha ikna oldu herkes, bir şekilde paylaştık. Nasıl bir paylaşmaksa ben sadece dörtte bir elma yedim. Neyse helali hoş olsun. Bütün bir günü adamlarla geçirdim. Kadınlar inanılmaz bir hızla oylarını kullanıp sonra tekrar görünmez oldular. Oy kullanma açısından benim köyde büyük sorunlar olmadı. Kabine birlikte girmek isteyenler oldu, evdeki yaşlıya oy kullandırmaya gitmek istediler vs. Avukat, tutanak, suç duyurusu gibi kentli kelimeler içeren cümleler kurunca geri adım attılar. Bir noktada “Kızım sen okuyon mu?” sorusuna boş bulunup doktorum diye cevap verdim. Hemen yaklaşık on kişi numaramı aldı. Gözleri görmeyenler telefonlarını bana verdi, ben kaydedeyimmiş, kaydettim. Ertesi gün hemen torunun dilinin altındaki damarı aldırmak için biri aradı. Arayınca açıyorum ama yardımcı olmuyorum. Hastanede birilerine yardımcı olmayı sevmiyorum. Hem başka doktorlardan ricacı olmayı sevmiyorum, hem başkasının sırasını almayı sevmiyorum, hem de yalan yok üşeniyorum işini gücünü bırak randevu peşinde koş. Benlik bir şey varsa her zaman bakayım, ötesini sevmiyorum. Köylü insan dobra konuşuyor, “Biz Hacettepe’ye gelelim, sen bizi sırada kayır öne geçir” dediler. Amca bari açık açık öyle demeyin diyorum, hiç yanlış bir şey göremiyorlar söyledikleri şeyde. Gelin çayımı için, ötesine söz veremem dedim ama benim telefon susmaz daha.

okulumuz da bu. 

Akşam vakti sonuçları duydukça ha oldu, ha olacak, çaldılar mı lan yine diyerek o duygudan bu duyguya geçe geçe deliliğe bir adım daha yaklaştım. Ertesi gün olup herkes biraz sakinleşince diğer Bala müşahiti arkadaşlarla konuştuk, biz bir daha şehir merkezinde sandık tutmayız arkadaş. Nerde sapa ilçe, o ilçenin en sapa köyü, biz oradayız. Hayır ve ötesi’nin “ötesi” belli ki bizmişiz. Benim anlattıklarıma bakıp aldanmayın, başka köylerde çok arıza oldu. Sandık kurulundakilerden biri CHP’li, biri AKP’li ama hepsi birbirinin köylüsü, dayısının oğlu, halasının kızı, illa bir akrabası, katiyen kural kanun işlemiyor. Oralarda dışarıdan bir gözün sadece varlığı bile bütün süreci değiştiriyor. Zaten oylar tutanağa girdikten sonra, siz de fark etmişsinizdir, çok fazla oyun dönmüyor. Oy kullanırken ne yaparlarsa yapıyorlar, o sırada “arkadaş bu işin kanunu var” diyen biri bence çok işe yarıyor.

Ha bir de, kimseyi gazlamak niyetinde değilim, hem haddim değil, hem de bana ne ayol; ama şöyle düşünüyorum. Zaten kesinlikle hayır oyları daha fazla. Usulsüzlük ortada, hırsızlık ortada. Ayrıca AKP seçmeni için bu kazanmakta oldukları bir oyunu oynamanın keyfini sürmek gibi bir şey, başkanlık gelmiş gelmemiş onun hayatında ne değişecek; bizim için ise hayat memat meselesi, aydınlık karanlık meselesi; cumhuriyeti koruma derdindeyiz. Daha kalabalığız ve bu işi çok ciddiye alıyoruz.  Yani biz bitti demeden, öyle oldu bittiye getirmekle bu mesele bitmez. Bence öyle.


Not: Seçim sonuçları Avustralya’ya gitmeme planımı şimdilik etkilemedi. İyi günde, kötü günde.




  

28 Mart 2017 Salı

Ardıç Apartmanı Ahalisi

Apartman yöneticimle iğrenç bir ilişkim var. Taşınırken türlü aksaklıklar yüzünden akşam 9-10 gibi getirebilmiştim eşyalarımı eve, kapıyı açıp tersledi beni daha ilk karşılaşmamızda. Ben de bazen eziklik raddesinde silik bir insan olabildiğim gibi, yorgun ve sinirliyken dev bir kaltak da olabiliyorum. Bağırdım yaşlı başlı adama, soktum evine. Zaten canım burnumda, bir "hoşgeldin" de, bir çay yap getir, sonra da de ki "Hayırdır ne oldu, niye bu saate kaldınız?". Yok çıktı sığır sığır laflar etti. Ertesi gün nereden öğrendiyse doktor olduğumu öğrenmiş. (Ben annemden şüpheleniyorum.) Tabi ki yine "Yerleşebildin mi, bir şeye ihtiyacın var mı?" kısmını direk es geçerek "Sen Hacettepe'de bizim işimiz olsa yardım edersin o zaman bize" dedi. Kocaman gülümseyip "Edemem amca" dedim. Hiç başka açıklama da yapmadım. Döndüm güzel götümü gittim. Ne yardım edeceğim ya, gül gibi hastalar sıra beklerken senin işin önce hallolsun hastanede, yok öyle yağma.

Kavgayla başlayan ilişkimiz yıllar içinde soğuk savaş şeklinde sürdü gitti. Apartman toplantısı yapmış bunlar, bir gün kapımı çaldı, elinde defter, kararları imzalayacakmışım. Beni neden çağırmadınız dedim, kem küm etti. Kiracı da değilim, üstünüze afiyet ev kendimin. İmzalamayıp olay çıkarayım istedim ama aidatı artırmışlar, onu mesele ettim sanırlar diye imzaladım. "Bir daha imzalamam, her şey için not yazıyorsunuz kapıma, buna da yazın, geleceğim ben toplantılara" dedim. Bir daha toplantı mı olmadı, benim imzayı taklit edip kararları aralarında hallediyorlar mı bilmiyorum, yıl oldu ses seda yok. Ben bunu yalnız yaşayan kadın olmama bağladım, o yüzden beni saymayıp çağırmadıklarını düşündüm, böyle düşündükçe daha da doldurdum kendimi, sinirlendikçe sinirlendim, aslında neden çağırmadıklarını bilmiyorum.

Tek arıza yönetici de değil, bir de apartmanın bahçesinde köpeğini gezdirirken benim evi dikizleyen komşu amca var. Dikizlemenin ayıp bir şey olduğuna dair bir fikri de yok, karşılaşınca "geçen baktım sizin pencereden içeri, seni göremedim, tatile mi gittin?" gibi şeyler söylüyor. O adamı tersleye tersleye uzaklaştırmayı başardım sonunda, artık köpeği de görmüyorum pek, belki de taşındı mı ne yaptıysa. Dikizci amca tam allahlık ama asıl konu yönetici, ona dönelim.

Bakın yönetici amcamla güzel sayılabilecek bir anımız da var. 2015 kışında gece vakti yine beklenmedik bir şekilde kapım çaldı, baktım yönetici. Zaten benim kapımı bir tek yönetici çalıyor. Bir ara dellenip zili de söktüğüm için adamcağız alacaklı gibi kapı yumruklamak zorunda kalıyor. Bu sefer yöneticinin elinde bir yavru kedi. Apartman depolarını temizliyormuş (gece gece delinin zoruna bak). Dedi ki, "Bu kedi senin depondan çıktı, sen seversin, al." Külliyen yalan, kimin deposundan çıksa onun kapısını mı çalacaksın? İteledi hayvanı resmen bana. Hayvan da nasıl üşümüş, nasıl korkmuş, garip garip tıslıyor, exorcist gibi hareketler yapıyor. Ya ben o haldeki bir yavru kediyi kış vakti nasıl sokağa bırakayım, veterinere filan gittik karlı gecenin köründe, temizledi pakladı veteriner, o gün bugün kaldı Gustav benimle. Yani amca haklıymış aslında, doğru kapıyı çalmış.

Burda Shylock kötü çıkmış ama Gustav'ın en minik olduğu fotoğraf bu.


Bir seferinde de kapıyı çalıp torununu itelemişti bana. "Bu seninle oynayacakmış." diye ömrümde ilk kez gördüğüm kız çocuğunu sokuşturdu benim evden içeri. Kaldık biz çocukla öyle. Biraz çocuğu eyledikten sonra "hadi git, deden merak eder" filan dedim, yok gitmek istemiyor. Baktım sözle ikna olmuyor, tutup elinden üst kata çıkıp azıcık kapıyı açtıkları anda önce çocuğun kafasını, sonra hızlı bir manevrayla omuzlarını sokmak suretiyle yavruyu ait olduğu yuvaya iade ettim. Tatlı da kızdı aslında.

Geçen gün yine kapımda bir not, "Senin evden kapıcı dairesine su sızıyor, oraya dez çektir, çok kötü olmuş. Yönetici amcan." Bana yazdığı notları "Yönetici Amcan" diye imzaladığı için adını öğrenemiyorum ama doğruyu söylemek gerekirse bu imzasını seviyorum. Türkçesi de baya kötü, basit kelimeleri bile yanlış yazıyor, öyle olunca kıyamıyorum, babamdan büyük adam, okumamış ne yapsın filan diyorum ama yine de içim durulmuyor, adamla sulh yapamıyorum. Ya zaten benim evimden kapıcı dairesine su sızamaz çünkü ben kapıcı dairesinde oturuyorum. (Ev kendimin deyince bir bok sandıysanız üzgünüm, değil.) Araştırmak suretiyle apartman görevlisiyle yan kapı komşuları olduğumuzu keşfettim. Kaç yıldır oturuyorum, benim yanımdaki kapının bir eve açıldığını bilmiyorum, depo sanıyordum ben orayı. Nitekim gittim baktım, o eve hakikaten duvardan yer hizasında bir noktadan su sızıyor. Apartman görevlisini pek tanımıyorum ama eşiyle tanışmış olduk bu vesileyle, harika bir kadınmış. Hem kibar, hem akıllı, hem becerikli. Bu kadar zaman komşulardan şikayet edeceğime yan kapıyı bir kere çalsaymışım bütün hikaye daha farklı gelişebilirmiş. Tamam dedim, ben yarın tesisatçı çağırıp baktırayım. Ben hiç tesisatçı tanımıyorum ki, kimi çağırıp kime baktırayım? Oto lastiği değiştiren abi tanıyorum, tekelci abiyi tanıyorum, pastaneci abileri tanıyorum, bir de çiğköfteci Salih Usta'yla Osman Usta'yı biliyorum. Bunların hiçbirinin bana bu konuda faydası olmadığını kavrayınca en yakından tanıdığım Dikmen esnafı olan kuaför Mehmet'e gittim. Çay kahve içerken hızlıca nasıl da evde kaldığımı kafama kaktıktan sonra, eksik olmasın tesisatçı arkadaşını çağırdı. Artık mahallede bir tanıdığım daha oldu, tesisatçı Ali Usta. Gittik bizim eve baktık. Sızıntı benden mi diye üç gün su vanasını kapadık. Baktık kesildi, demek ki benden kaynaklanıyor deyip vurduk kırdık duvarları biraz, ama yok benden değilmiş. Gerisini takip etmedim, yönetici amcam halletsin.

Dikmen civarında oturuyorsanız kaydedin numarasını dursun Ali Usta'nın.


Bütün bu yazıyı yazarken komşularımın ne kadar korkunç olduğunu düşünüyordum ama aslında korkunç olan benmişim onu fark ettim. Mesele korkunçluk da değil aslında. Ben amcayı kendi gerçekliği içinde değerlendirip kabul edemiyorum, o da beni. Ben amcanın diğer her apartmanın yöneticisi gibi emekli albay olmasını belkiyorum; o da benim belli ki başka türlü bir insan olmamı bekliyor. Dikizci amcayı ise allaha havale ediyorum, onun bir açıklaması yok. Uzun lafın kısası, biz pek anlaşamıyoruz hakim bey.

14 Mart 2017 Salı

Memleket mi, Yıldızlar mı, Melbourne mü daha uzak?

Döndüğümden beri yazacak pek bir şey bulamıyordum çünkü yazacağım her hikayenin muhatapları da Türkçe biliyor ve okuyabilir blog’u. Ben elalemin arkasından giydiremedikten sonra ne anladım blog yazmaktan, nitekim yazamadım. 

Önemli bir mevzu var, ondan bahsetmek, biraz da sizden fikir almak istiyorum. Bana dediler ki Avustralya’dayken: “uzmanlığını al, sonra istersen gel burada doktora yap.” Spor hekimi olarak çalışmaya değil, doktora yapmaya çağırdılar yani. Üniversite burs verecek, 4 yıl da orada doktora öğrenciliği yapabileceğim istersem. Ne güzel aslında, çiçek gibi. Ufak bir sorun var, İSTEMİYORUM.

Allah aşkına “kaç kendini kurtar” kolaycılığında yorum yapmayın, bakın şurada içimi açıyorum size. Ben Avustralya’da yalan olmasın çok mutluydum. Güvende hissettim kendimi 4 ay boyunca, başıma bir şey geleceğinden hiç şüphelenmedim, gittiğim her yerde saygı gördüm, düzgün davrandı herkes, ben de daha iyi huylu bir insan haline geldim. Bir şeyler eksikti yine de, ne olduğunu dönünce anladım.

Ben sandım ki ailemi ve en yakın arkadaşlarımı özlüyorum çok. İşin aslı o değilmiş. Aile ve çok yakın arkadaşlarla Mars’a da gitseniz (keşke gitsek lan!) zaten düzenli haberleşiyorsunuz, saat farkı bile sorun olmuyor, görüntülü konuşuyorsun, mailleşiyorsun, zaten başımızın tacı WhatsApp var. Onlar her zaman yanında gibi oluyor. Benim asıl eksikliğini hissettiğim, asıl insanın hayatını zenginleştiren şey başkaymış. Şu birkaç ayda bir görüştüğümüz, çok samimi olmadığımız ama uzaktan çok sevdiğimiz, görüşünce konuşunca yeniden hayran kaldığımız harika arkadaşlarımız var ya, (bende onlardan rahat yirmi tane var), biraz da bu insanlarmış benim hayatımı dolduran, zenginleştiren, güzelleştiren. Geldiğimden beri hayretle izliyorum etrafımı, yemin ederim Ankara’nın en harika insanlarıyla arkadaş olmuşum, bayılıyorum hepsine. Bu zenginliği ben yabancısı olduğum memlekette kuramam, çünkü burada da 15 yılda kurdum. 

İngilizcem baya baya iyi, herhangi bir meselede derdimi çok güzel anlatabiliyorum ama yine de edebiyat parçalamak ayrı, onu parçalayamıyorum. Renkli benzetmelerle dolu uzun sohbetleri seviyorum, kederli konuşmaları, başkalarının öykülerinin otopsisini yapmayı seviyorum. Bakın fark ettiniz mi dedikodu demek yerine başkalarının öyküsünün otopsisi dedim. İyiyim bence bu işte. Hatta dürüst olmak gerekirse bazen bir şeyi anlatırken “yarabbi ne güzel anlatıyorum” diye düşünüyorum. İşte elin memleketinde bunu yapamıyorum. Sadece yabancı dil engelinden dolayı değil, kültür farklılığından da dolayı. Keder bilmiyorlar, arabesk anlamıyorlar, siyaset konuşmayı seviyorlar mesela ama içleri yanarak değil, sanki orta dünyayla ilgili bir şeyler konuşuyormuşuz gibi ya da maç yorumu yapıyormuşuz gibi konuşuyorlar. Bunlar beni hiç tatmin etmiyor. Ben orada 4 yılda kendi başıma evde Ahmet Kaya dinleye dinleye deliririm. Orada çok fazla milletten insan var, bu bir anlamda büyük bir zenginlik katıyor ama bence iletişimi de baya sığlaştırıyor. Düşünün beş milletten insan bir konuda konuşurken sınırlar beş milletin kültürünün kesişim kümesinin içinde kalmak durumunda. Dolayısıyla derinleşemeyen, aslında bilgi alışverişinden pek öteye gidemeyen sohbetler oluyor. Benim gözlemim, tecrübem bu yönde oldu.


Bir de anladım ki ben köylü ruhlu bir insanım, “buralı” olmak duygusu çok kıymetli benim için, “toprağım” diye bir şey var kafamda.  Buralı olmak duygusunu baya derinden hissettim bugün, alakasız bir vesileyle. Bugün tıp bayramı diye mezun olduğum okuluma gittim, Modern Sabahlar ekibi söyleşiye geldi, onları dinledim. Yıllar önce de bizim okula gelmişlerdi çünkü biz Çocuk Destek Grubu olarak bir etkinlik yapmıştık (ölümcül hastaya yaklaşım ve kan – organ bağışı ile ilgili eğitim yapmıştık tıp öğrencilerine, hala gurur duyarız bu yaptığımız etkinliği düşündükçe), onun bitiminde de Ege-Fahir-Oktay ile söyleşi düzenlemiştik. Ben o zaman öğrenciydim, mezun oldum, mecburi hizmete gittim, TUS’u kazanıp patoloji asistanlığına başladım, istifa edip yeniden TUS’a girdim, spor hekimliğine başladım, şimdi birkaç aya uzman olacağım. Bu süre içinde bu adamların çoluğu çocuğu oldu, dükkan açtılar, dükkan yer değiştirdi, Radyo ODTÜ’den ayrıldılar, program bitecek diye ödümüz koptu, sonra başka kanalda yine başladılar, Türkçe pop çalan kanala geçtikleri için “muhtemel aşk” ve benzeri garip şarkılar dinler olduk. Sonra bugün, yıllar sonra aynı salonda aynı adamlar aynı sandalyelere oturup konuştular. Onlar baya komik şeyler anlattı aslında ama ben şunu duydum: “senin hikayesini bildiğin yer burası. Ne bok yiyeceksin Melbourne’de?”  Diyeceğim o ki, “buralı” olmak demek, lisede dershaneye giderken dinlediğin radyo programcılarını 10 yıl sonra yine morfoloji binasında dinleyebilmek demek. Bu duygunun güzelliğini ben başka şeylere pek değişemiyorum. (bana podcast demeyin tadımız kaçmasın, adamların sesine hasret kalırım demiyorum, benim kişisel tarihim bu memleketin radyo kanallarında, sokaklarında diyorum.)

Kesin şeyler söylemek, büyük laflar etmek istemiyorum, hala karar aşamasındayım. Ama buraya geldim geleli çok mutluyum. Madem ki burası, bu boktan haliyle beni hala başka yerlerden daha mutlu edebiliyor, ne zoruma dünyanın öbür ucuna gideceğim? 

Diyorum ki gitmeyivereyim yav, her gel diyene gidiyor muyuz? Melbourne’e de gitmeyivereyim. Ve zaten… kan benim, damar benim.  

(Avustralya'daki hocama bir şey demedim hala, o geleceğim sanıyor, rica ederim mevzu aramızda kalsın.)

Radyo programları mühim şeyler, tren garları gibi.
Ankara Garı gibi program benim için Modern Sabahlar. 

11 Şubat 2017 Cumartesi

Annem, ben, Huysuz Virjin ve Mehmet Pişkin

Uzun ama rahat bir yolculuk sonrası Ankara'ya geldim. İlk haftaki ilgi alaka, her aradığım arkadaşımın koşarak buluşmaya gelmesi faslı da bitti, şöhretli günlerim geride kaldı.

Geldiğimin ertesi günü amcamı kaybettik. Karşıyaka’ya defnettik. Ankaralı olup yolu Karşıyaka’ya düşmemiş olan yoktur herhalde. Ben düğün, cenaze vb önemli şeylerde sevdiklerimin yanında olmak konusunda pek harika bir insan değilim, ona rağmen şimdiye kadar on kere filan gitmişimdir. Hiç bu kadar soğuk gelmemişti gözüme.  Daha önce babaannemi kaybettiğimizde bizim köy mezarlığına alıcı gözle bakmıştım uzun uzun. Nuri Bilge Ceylan filmi karesi gibidir bizim köy mezarlığı, insan boyunca otlar, bazı mezarların başında taş var, bazısında yok, kimisi yamuk, kırık, dökük... Garip bir güzelliği vardır. Karşıyaka öyle değil, insanda bir AVM, bir TOKİ hissi bırakıyor. Orada sevdikleri olanların canını sıkmak istemem, o yüzden bu konuyu uzatmayacağım. Sadede geliyorum, bu zaten bizim annemle daha önceden de konuştuğumuz bir şeydi, bir kez daha yolum Karşıyaka’ya düşünce kararımdan iyice emin oldum, gittim müstakbel cenazemi Hacettepe Anatomi’ye kadavra olarak bağışladım. Annem de yaptı aynısını. Artık bize ölümden sonra hayat var. Canımı verdikten sonra damarlarımda dolaşan asil kanı uzaklaştırıp içimi dışımı formaldehit yapacaklar. Çürümek yok, kokmak yok, tam bir gençlik iksiri, gerçek bir zamanı durdurma sanatı. Sonra da doktor olayım diye kendini paralamaya niyet etmiş hevesli tıp öğrencilerinin “yaa hiç kadavra gördün müü??” sorularına gururla evet demelerine vesile olacağım. “Kızııım, görmek ne? Sınav oluyoruz biz kadavradan. Hiç korkmuyoruz.” Bir nevi uzatılmış emeklilik gibi düşünün, hafta içi derslere çıkarım, mesai sonrasında ve hafta sonları formaldehit havuzumda istirahate çekilirim. Sınav dönemleri aslında çocukların altına sıçmayacağını bilsem ben onlara kopya bile veririm. Keşke şansım olsa diğer kadavra arkadaşlarla da şimdiden tanışabilsek ama tabi kimin ne zaman öleceğini bilemediğimiz için mümkün olmuyor. Biliyor musunuz Seyfi Dursunoğlu da yapmış aynısını, hatta efsane de bir açıklaması var bununla ilgili:"Huysuz'u kesip biçerken hem öğrenirler, hem de eğlenirler."
Huysuz'lu Türkiye'yi özlemediniz mi siz de? 

Şimdi bu işler şöyle oluyor. Siz sağlığınızda istediğiniz kadar organ bağışçısı, kadavra bağışçısı olmak isteyin. İstediğiniz yere istediğiniz imzayı atın, öldükten sonra sizin bedeniniz birinci derece yakınınızın malı oluyor. İster gömerler, ister yakarlar, isterlerse de bağışlarlar. Bu bizim oraya buraya attığımız imzalar aslında hep birer vasiyet. Bu konuda Fransa'nın yaptığını ayakta alkışlıyorum, eğer siz sağlığınızda aksini belirtmediyseniz organ bağışçısı olarak kabul ediliyorsunuz. Hem de onlarda da her üç kişiden birinin yakınlarının organlarını bağışlamaya karşı çıkmasına rağmen bu yasayı çıkarmışlar. Bence de bu iş böyle hallolur. Bakın buraya yazıyorum, ölüm şeklim uygun olursa organlarımdan ne lazımsa hepsini bağışlıyorum. Geri kalan kısımlarım için de Hacettepe Anatomi'yi arayın, onların haberi var, arkadaşlar gelip alacaklar.

Annem aradı, TC kimlik numaran gözükmesin dedi.
Mütemadiyen anne sansürü ve ayarı yiyorum.
Özgür blog istiyorum! 
Bu yazıyı yazarken Mehmet Pişkin'le ilgili bir haber gördüm, hatırlarsınız intihar notunu video olarak kaydedip yayınlayan bizim yaşlarımızda, baya bizim gibi, hatta itiraf etmek gerekirse hayatı bizimkilerden biraz daha iyi duran biriydi. Neyse onun vasiyeti vardı, beni kadavra yapın, balıklara atın ama kesinlikle gömülmek istemiyorum diyordu videoda. Sonra okudum ki, otopsi olduğu için kadavra olamamış, babasının isteği üzerine gömmüşler. En canından parçanın isteğine bile saygı duymazsan olur mu? Evladın demiş, gömülmek istemiyorum demiş. İnanca saygı dindara saygı mı demek, ateiste saygı olmasın mı? Kadavra bağışı formunda ben de "dini tören istemiyorum." diye not düştüm. (Kadavralığın da bir sonu var, yaklaşık on yıl sonra yine gömüyorlar onu da.) Benim gömülmekle alıp veremediğim yok ama bakın bu vasiyetimdir. Tanımadığım adamlar sıra sıra dizilip dualar okumasınlar tabutumun başında. Asla bir cami hocası konuşma filan da yapsın istemem. Kadınlar çocuklar dans edebilir "İlla bir ritüeller peşindeyiz. Ritüelsiz bırakmayız." derseniz. Ama bence hiçbir şeylerle uğraşılmasın, gitmişim bitmişim zaten artık, benimle uğraşacağınıza kendi işinize bakın o saatten sonra. Mezar taşımda da "yalnız iyi güldük ha!" yazsın, ruhuma elfatihalara gerek yok.
mehmet pişkin

İnşallah da yaşlı, mutlu ve huzurlu ölürüz hepimiz.

Sevgiler,

Bu şarkı da aklına gelip dinlemek isteyenler için: Everytime we say goodbye





23 Ocak 2017 Pazartesi

Toplumsal travmayla nasıl baş edilir?

Bu konunun uzmanları var ve ben onlardan biri değilim. Bir Ankaralı olarak yeterince damdan düştüm ve kendim ne hissettiğimi biliyorum sadece, buna dair birkaç sözüm var söylenebilecek. 

Toplumsal travma özgeçmişim kısaca şöyle: Çocukluğumun geçtiği Gölcük'te deprem olduğunda biz İstanbul'da yaşıyorduk ama bildiğimiz sevdiğimiz her yer silindi bir gecede, sonra uzun yıllar sakin geçti, ta ki 10 Ekim’de üstünde barış yazan pankartlarda ölü bedenler taşıyana kadar. Askeri aracı hedef alan patlama tam olarak senelerce ailemle oturduğum lojmanın önünde oldu, Güvenpark patlamasını arabamın içinden gördüm, son olarak 15 Temmuzda birkaç km ötemizdeki meclis bombalanırken  evin salonunda yerde Selin’ime sarılıp sabaha kadar sela dinledim. Sıradan bir Ankaralılık yani… “Deniz yok abi, nasıl yaşıyorsunuz orda”cılık biteli çok oldu allahtan, pek yaşayamıyoruz canlarım. Her neyse, tatsız konular bunlar, kapatalım. 

Geçen hafta Melbourne’de korkunç bir olay oldu. Abisini bıçaklayan bir adam arabayla polisten kaçarken şehir merkezinde yayaların üstüne sürdü ve çocuklar öldü. (sanıyorum 4 çocuk, ama hala hastanede durumu kötü olan da varmış.) Ben farkında değildim, otobüs beklerken iki arka caddemizde olmuş bunlar hep. (Olayla ilgili haberi okumak isterseniz buraya bakabilirsiniz.) Bizim otobüs gelmek bilmeyince sorup soruşturduk, zaten sürekli bir polis sireni, ambulans sesi vardı, öylece öğrendik. Biraz yürüyüp olayın olduğu caddeye baktım, bir arbede gördüm sadece, polis arabaları, insan kalabalığı, sağlıkçılar… Daha yakına gidip bakmak istemedim. Ben size kendi gözlemleyebildiğim kadarıyla bu ülke bu üzücü olayla nasıl başa çıktı bunu anlatacağım.


  •  Öncelikle olay bir terör olayı değildi. Dahası olayda iyi taraf – kötü taraf belliydi. "Polis aslında önleyebilirdi ama önlemedi" vb. güvensizlikler yoktu. Polis bizim güvenliğimiz için oradaydı, örneğin ambulansın olay yerine girişini önlemedi ya da geciktirmedi. Kimsenin devlet görevlilerine güvenini sarsacak bir şey olmadı. (Hepinizin aklındadır Gezi zamanından şu meşhur replik: -O yol güvenli mi? – Hayır, polis var.)
  • Bizim durakta bekleyen insanların gideceği yere giden başka araç yok, saatlerce otobüs bekledik çünkü yolu trafiğe açmadılar. Kimse söylenmedi, herkes olayın vehametinin farkına varıp buna uygun davrandı. (Doktorunuz kalp krizi geçirip öldü diye haber verildiğinde, "ama bizim randevumuz vardı" diye olay çıkaran hastaları anımsayın.) Başkasının acısına saygılı olmak birlikte yaşamanın olmazsa olmazı herhalde.
  • Televizyonlarda apır sapır haberler yapmadılar. Bu olayın orada olan olmayan pek çok kişiyi etkileyebileceğinin bilincinde, öncelikle herkesin güvenliğini sağlamaya yönelik haberler yaptılar.
  • Ertesi gün vali, belediye başkanı muadili insanlar olayın olduğu yere gidip çiçek bıraktı. (Bizim anmalarımızda tekrar polis müdahalesi yediğimizi, bomba yüzünden ölen arkadaşlarımızın anmasında bomba ihbarı olduğu iddiasıyla kortejimizin yürütülmediğini, bıraktığımız çiçeklerin, yazıların tekmelendiğini anımsayın.)
  • Bugün saat 5 buçukta tüm halk olayın yaşandığı yere birlikte taziye ve anma için çağırıldı. Bunu belediye organize etti.
  • Hayatını kaybedenlerin ailesine destek olmak isteyenler için bir hesap numarası oluşturuldu. Eyalet hükümeti hesaba 100.000 dolar yatırdı ve bağış yapmak isteyenlere hesap numarasını duyurdu. Ayrıca hayatını kaybedenlerin aile ve yakınlarına taziye dileklerimizi yazabileceğimiz bir platform oluşturuldu internet üzerinden. 
  • Benim üniversitem olaydan etkilenmiş tüm öğrenci, çalışan ve yakınları için ücretsiz danışmanlık alabilecekleri numaraları da içeren bir taziye mesajı yayınladı. Benzer bir destek duyurusunu eyalet hükümeti de ayrıca yaptı, tahmin ediyorum başka kurumlar da yapmıştır.



Trajik bir olay yaşandı, devlet ve halk birlikte bu kötü olayı birbirine destek olarak aşmaya çalışıyor. Olayın boyutunu küçümsemek gibi olmasın ama Türkiye’de birkaç kişinin ölümüyle sonuçlanan bir olay ancak sıradan bir haber niteliği taşır. Biz bu “sıradan” haberleri zaten kendimiz bir şekilde sindirmeye çalışıyoruz ama bekliyoruz ki dev bir şey olduğunda, topluca canımıza kastedildiğinde sarılıp ağlayabilelim, ağlatmıyorlar.

Bugün yapılacak anmaya katılmayı düşünüyordum, anmanın yapılacağı yere doğru yürürken ağlamaya başladım, olayla orantısız çığrından çıkmış bir ağlamak. Hayatını kaybeden çocuklara çok üzüldüm gerçekten ama sanırım benim ağladığım o değildi. Hiçbir acımıza saygı duymayan, yasımızı yaşamamıza izin vermeyen ülkemize geri dönmek zorunda olduğuma ağladım.

10 Ekim’den sonra bana çok faydası olan bir şey yoldaşımız Psikolog İbrahim Eke’nin yaptığı sunum olmuştu. "Uykularınızın kaçması normal" demişti, "yaşadığınız şey olağanüstü, verdiğiniz tepkiler değil." Ben bu cümleleri daha sonraki patlamalarda da kendime söyledim hep. Öte yandan şaşırdım, bir saatlik bir sunumun bu kadar faydalı olabilmesi ilginç. Faydalı olan belki de birilerinin üzgün olmaya hakkımız olduğunu hatırlatmasıydı.  İsterdim ki bu desteği bana üniversitem, belediye, valilik, sağlık bakanlığı vs versin. İsterdim ki üzgün olmaya hakkım olduğunu “yetkili abiler” hatırlatsın. (Böyle bir şeyin neden mümkün olamayacağının pek tabi farkındayım, ama isterdim ki…)

Pazar yerinde bağırıp çocuğunu ağlatan hıyarlar vardır ya, çocuk ağlayınca da ensesine vurup “Ağlama lan, döverim ağlarsan!” derler. Ağlarken enseme şaplak indirip bir de dayakla tehdit eden ülkeme dönmek bugün gözüme çok zor geldi. Zor toparladığım ayarım çabuk bozuluyor, bazen ağlamamı durduramıyorum, bazen inanın dönmek istemiyorum. 




Not: Bu yazı benim olabildiğince içten "Hayır" deklarasyonumdur. "Dans edemediğim devrim devrim değildir"'lere çok uzağız eyvallah, ama acılarımıza ağlayamadığımız bir ülke de olmamalıydık. Yok arkadaş, hayır. 

tamam balık hafızalı toplumuz vs ama bazı şeyleri de unutmadık. 

21 Ocak 2017 Cumartesi

Otobüs güzeli 234

Ben dönüyorum artık, üç beş güne Ankara’dayım. Herkes “oh iyisin, kal oralarda gelme” çekerken, ben askerlik gibi gün sayarak Avustralya’da yaşadım. Bülbülü altın kafese koymuşlar, bülbül “kedilerim bana küsmüş müdür acaba?” demiş.

Avustralya’ya veda niteliğindeki bu blog yazımı, müsaadelerinizle halk otobüslerine adamak istiyorum. Ben eski ekolojik evimde otururken trenle gidip geliyordum her yere, şimdi deniz kenarına taşındım, buradan otobüs var şehir merkezine. Sık sık otobüse biniyorum. Canımın içi, gözümün nuru oldu 234: Garden City via Port. Burada toplu taşıma çok pahalı, 1 haftalık toplu taşıma kartına 40 küsür dolar verdim, yani 100 liradan fazla. (Ama burada her şey zaten pahalı olduğu için elimde bir bardak soğuk suyumla geziyorum hep, hazırlıklıyım, cüzdandan para çıkar çıkmaz suyumu dikiyorum kafaya, serinliyorum.  Asistan maaşını dolara çevirince, daha çevirmeye uğraşırken bitiyor zaar.)

Ben buraya gelirken yanımda beş tane kitap getirdim. Dört ay kalacağım, zaten şehri gezerim boş zamanlarımda, seyahat ederim vs, pek okumam diye düşündüm. O kitaplarım iki ayda bitti, ben de şaşırdım. Hem de ilk iki ay, daha her yere yabancıyım, meraklıyım, genç ve heyecanlı zamanlarım, şehri filan geziyorum her akşam. Sonradan fark ettim, her gün bir saatten fazla zamanım toplu taşımada geçiyor, açıyorum okuyorum sakin sessiz. Ankara’da altı yıldır her yere arabayla gidiyorum, günde iki saatten fazla zamanımı trafikte hiçbir şey yapamayarak geçiriyorum. Sadece iş günlerini sayarak bir hesap yapsam 2880 saat ediyor. 880’i benden armağan olsun, iki bin saatimi direksiyona vermişim boşu boşuna. Doğru düzgün bir toplu taşımamız olsaydı belki ben o iki bin saatte okuyup edineceğim bilgilerle şimdi size neler neler anlatıyor olacaktım, ama gelin görün ki o saatlerde kendimi geliştiremediğim için şimdi ancak Devlet Bahçeli gibi hesaplar yapıyorum. İşte size Melbourne’ün 40.yılı!



“Avrupa’da herkes metroda kitap okuyor şekerim” klişesini bir de benim ağzımdan dinlediğinize göre devam ediyorum. Yeni evim 234’ün son durağında. Son durak demek bizim için gerilim demek, son durak demek korku, taciz, tecavüz demek. Burada ise son durak demek, sıkıla sıkıla yol tepeceğine arka koltuktan öne gelip şoförle muhabbet edeyim bari demek. “Hemşerim nerelisin?” diye de soramadığımız için (vallahi adınız ırkçıya çıkar, aman diyeyim) yan blog’dan arkadaşım Gülce’nin öğrettiği şekilde “bu harika aksanın kökeni ne?”, “bu çok güzel isim nereden?” gibi dolambaçlı sorularla sohbet ede ede eve gitmek mümkün; 234’ü sevmemek mümkün değil.

Geçen gün şoför, kartı olmayan birini otobüse almadı. Adam da sinirlendi, giderken orta kapıya dışardan vurdu eliyle. Ben de otobüsün içinde orta kapının orada duruyorum. Otobüs hareket etmişti aslında, durdu bu olay olunca, şoför kalktı yerinden bize doğru geldi, “her şey yolunda mı, iyi misiniz?” diye sordu. Ya ben bu şoförden eve alır beslerim, günde üç kere öperim. İyiyim kurban olduğum, dışarıdan cama vurdu alt tarafı, levyeyi enseme indirmedi ya, ne olacak… İyi miymişim, iyiyim, hay canını sevdiğim.

Buradaki otobüslerle bizimkileri kıyaslayacaksak eğer size muazzam önemli bir farkı söylemek isterim, Melbourne otobüslerinde tek başına seyahat eden tekerlekli sandalyede insanlar görebilirsiniz sık sık. Ben bundan daha önemli bir fark düşünemiyorum. (yani bir de tecavüz edip öldürmüyorlar burada, o da çok önemli tabi. Ona değinmiştik gerçi.) Durağa gelince baktı ki tekerlekli sandalyeli biri binecek, şoför kalkıp otobüsten iniyor, rampa gibi bir şey var onu açıyor, gerekiyorsa yardım ediyor; ineceği zaman da öyle. Aynı şey yaşlılar ya da bebek puseti olan kadın ve erkekler için de geçerli. Ha bir de, böyle özel ilgiye ihtiyacı olan biri otobüse binince şoför gaza basmadan aynadan izliyor, sağlam düzgün oturana kadar yolcu, bekliyor. Ne zaman ki titrek dedem götünü koltuğa denk getirip ayakları yere sağlam basıyor, şoför sonra hareket ediyor. Acele acele gitmek de yok, çünkü ayakta insanlar var, ya düşersek, ya başımızı bir yere vurursak? Ya ben bu davranışları görünce, nasıl anlatayım size bilemiyorum ama, el ele tutuşup hep beraber şarkı filan söyleyelim istiyorum şoförle, diğer yolcularla, dönerek dans edelim. Benim hayalimde müzikal film seti gibi otobüs 234.  


ferahlığına kurban, güzelim 234'üm
Şimdi toplu taşıma böyle olacaksa belki düşünebilirim ama ikinci evi arabası olan bir insan haline geldim. Bagajda bir hafta bana yetecek giyecek ve yiyecekle, okunmuş okunmamış ağzı yüzü yamulmuş kitaplarla, kirlisi temizi karışmış kesif kokulu spor eşyalarıyla, oynamayı bilmesem de bir taşı eksik tavlamla geziyorum. Arabamı çok seviyorum, maalesef trafikte çok sorun yaşıyorum, artık akıllandım kimseyle tartışmıyorum. Ankara’da iki kere ben arabanın içindeyken camımı yumrukladılar (olayların birinde ben haklıydım, birinde karşı taraf haklıydı, ama yumruklamakta hep haksızdılar.) Camımı açmayıp, arabadan inmeyip “Siz beni çok korkutuyorsunuz, polis gelmeden sizinle konuşmam, arabadan inmem” dedim. Polisi aradım, gelmedi. Arabamı seviyorum sevmesine de, bir gün döve döve öldürecekler, o gün 234’ü daha çok özleyeceğim gibime geliyor.

Yazımı bitirirken hepinizi güzel aksanlarınızın kökeninden öperim.

(edit: arkadaşlar, boğazınıza dil atarım demek değil bu, memleketinizden öperim demek, çirkinleşmeyin.)

Görüşürüz!

Önemli not: Bu arada polis raporum sonuçlandı. 233 dolar ceza yedim ayağımın ucunu koltuğa uzattım diye! 663 lira ediyor! Anlayacağınız ocak maaşı Türkiye'ye gelemeden bitti, hediye konusunda pek bonkör olamıyorum kusura bakmayın. Bonkör olamıyorum demek, hiçbirinize hiçbir şey alamadım demek. Şubat maaşı yatsın, bira ısmarlarım size, zaten ne yapacaksınız anahtarlığı bilmem neyi… haa eğer blog okurları olarak güldük eğlendik, çorbada tuzumuz olsun derseniz, yazıyı okuyan herkes 1 lira yollasa cezayı da öderiz, artan parayla 2 tane 100'lük Efe de alırız. Bu kapıyı açık bırakıyorum.


12 Ocak 2017 Perşembe

37 numara bir çift ayak

Polisten rapor yedim. Ceza değil henüz, inceleyeceklermiş, belki ceza belki uyarı vereceklermiş. Neden? Hayvanlığımdan. Trende ayağımı uzattım. Ya vallahi çok da hayvanlık yapmadım çünkü ayakkabımın altını basmadım koltuğa, baldırımın etini koydum sadece. Ama yok, medeniyet polisi gözümün yaşına bakmadı. Arkamdan sinsi sinsi gelmiş şerefsiz polis, önce bilet kontrolü yaptı, sonra dedi ki “Neden ayağınızı koyduğunuzu sorabilir miyim? Bakın her yere yazdık, ayağınızı koymayın yazdık. Neden yine de koydunuz? Ben şimdi rapor tutmak durumundayım.”


oysa bu arkadaş seyahatini cezasız tamamladı.

Ay böyle kibar olunca, terslenemedim ben de. “Olur mu efendim” dedim, “Ne demek, zahmet etmeyin, ben kendi raporumu kendim tutayım.” Bir yandan da diyorum, kesin kamu malına zarar vermek filan yazacak oraya, millet de banka molotofladım sanacak. Sınır dışı edecekler beni. Neyse "raporu sen doldur, ben doldurayım, aman memur bey ayakta kaldınız otursaydınız" derken, benim ineceğim durağa geldi tren. Tamam dedim, işlemler yetişmedi kısmet değilmiş, inerim ben, o da arkamdan yırtar atar kağıdı, ben de kurtarırım bu işten kendimi.  Söyledim, "memur bey kusura bakmayın ben iniyorum", dedim.

kimse buna da ceza kesmedi.
resmen hoca bana taktı ya! 
"Hayhay" dediler, trendeki bütün aynasızlar benim ineceğim durakta benimle indi, istasyonda raporumuzu doldurmaya devam ettik. Sanki treni ateşe verdim, uzadıkça uzuyor işler. O sırada bakışlarda bir gariplik oldu polislerin, lan ben de fark ettim bir gariplik var, yaşadım dedim, sevinçle haykırdım: “Amirim, esrar kokuyor!”. Benim prenses ayağımın kenarı için bu kadar kağıt harcayan medeniyet polisi sandım ki esrarkeşler için özel harekatı filan çağıracak, benim iş kaynayacak, hatta bana diyecekler ki “kusura bakma ayıp ettik, uyuşturucun yok kumarın yok, bir ayağın için laf ettik”, ben de “olur mu amirim siz benim kusuruma bakmayın, Ankara’ya bekliyorum mutlaka, yengeme selamlar" diyeceğim, öpüşüp ayrılacağız. Yok, sakin sakin havayı kokladılar, benim rapor bitince otçuya hapçıya gidip bakmaya karar verdiler. Neticede o rapor tutuldu. Sonra eşe dosta sorduk, bir şey olmazmış, belki ceza gelirmiş o kadar. Ben yine de, bütün gün gerçek bir kanun kaçağı ruh haliyle evde ses çıkarmadan oturdum. Hala cezamın kesilmesini bekliyorum.


Bu benim ayaklarımla ilgili ilk vukuatım da değil. Sene sanıyorum 2014, belki de 2013. Alper arkadaşımla otobüsle İstanbul’a Beirut konserine gidiyoruz. Otobüsün en arkalarında oturuyoruz, benim de ayağımda çarık var, Antep çarığı. (O zamanlar vegan değilim daha, deri giyiyorum.) O da kolay çıkıyor ayaktan, böyle sıkı ayakkabı gibi değil, çıkarmışım. Orada da durmamışım, öndeki iki koltuğun arasındaki kolluğa gerçek bir hayvan gibi ayaklarımın ucunu, birazcık uzatmış bulunmuşum. Ya nasıl böyle bir öküzlük yaptım inanın bilmiyorum, ama yapmışım işte.
antep çarığı böyle bir şey. 


Neyse Alper arkadaşım da boru gibi sesiyle edepsiz edepsiz anılarını anlatıyor, (Alper arkadaşımın terbiyesizliği, ben dinlemem konuşmam öyle şey), önümüzdeki dayı bence asıl Alper’in konuşmalarına sinirlendi ama neticede hırsını benim ayaklardan çıkardı. Arkasına dönüp bağıra bağıra: “Ben de diyorum ne kokuyor, ayağını uzatmış bi de, piss, çek şunları çekk!” filan dedi. Ya koku yok, orası tamamen yalan, kokuyu niye karıştırıyorsun… Rezillik resmen, yüzüm kızardı, oha dedim ne yapmışım, çektim ayağımı hemen. Neyse yolda bizim otobüs bozuldu, kenara çektiler, indik hepimiz otobüsten, vesileyle ön koltuklardan bir oğlanla tanıştık, oğlan da Beirut konserine gidecekmiş. Maşallah yakışıklı da çocuk, allah izin verirse yürüyeceğim, hazırlık olarak Alper’le arkadaşlığımızı vurgulamak için çocuğa sürekli “Alper benim kardeşimdir yaaa” minvalli şeyler söylüyorum. Ne de olsa Ankaralı oğlan, bunun konser dönüşü var. Hesaplarım aslında mantıklı. Çocuk gelin görün ki hiç acımadı, bıçağı çekip sırtıma saplar gibi şöyle dedi: “ O adam ne ayıp etti sana ya, önden bile duyduk, kokuyor filan dedi bir de, hiç gerek yoktu öyle demesine”. Neyse sonra ben bir daha görmedim oğlanı tabi. Ben numaramı zorla verdim diye hatırlıyorum ama aramadı galiba. Belki numaramı yazdığım kağıdı iki ayak parmağımın arasına sıkıştırıp öyle mi uzattım çocuğa kim bilir, ondan mı rahatsız oldu ki? Velhasıl o gün bugündür ayaklarımı insan içinde çok da şeyapmamaya çalışıyorum.


Bunlar da böyle anılarımdı. Hepinizin ayağına sağlık. 

bu fotoğrafın konumuzla ilgisi, konumuzun ayaklarım olması.
buradaki sivrilere alerjim mi var bilmiyorum, çok fena oldum ilk geldiğimde.
Nasıl da çirkin çıkmış foto, aslında normal ayak yani. 

5 Ocak 2017 Perşembe

Sydney'de bir koğuş ağası

Sydney'e gittim geldim. 4 gün kaldım.  Sabah evden çıktım, havaalanına gittim, uçağa bindim, Sydney'de indim, trene binip hostelime geldim.  Bunların hepsini o kadar kolay ve telaşsız yaptım ki, biraz canım sıkıldı. Başka bir şehir gezmenin "macera" olduğu zamanlar geçmiş artık, ne bileyim, bu duruma açıkçası biraz üzüldüm.

Tren beklerken karşımdaki manzaranın güzelliği. Tren gecikse de insanın gıkı çıkmıyor tabi sonra. Zaten tren gecikmiyor.


 Zaten bütün gün gezeceğim, hostele bir yatıp uyumaya gideceğim, boşuna para vermeyeyim diye "backpackers" hostellerinin birinde kaldım, 4 kişilik karma odada. Böyle şeyler kiminize çok sıkıntılı gibi gelebilir, benim için sorun değil. Benim zira lükse hiç düşkünlüğüm yok. Zottirik bir hostelde oda paylaşmakla güzel bir otelde kendi başıma kalmak benim açımdan tatilimin kalitesini pek değiştirmiyor. Rahat uyuyorsam bana ikisi de aynı.   Odaya geldim, iki tane Belçikalı oğlan çocugu var, bir de alman. Belçikler muay thai'ci, tişörtlerinden anladım. Soldaki ranzanın üst katı benim. Nerelisin, kaç yaşındasın gibi beylik tanışma faslını yaptık, sonra ben şehri gezmeye çıktım. Görmek istediğim her yer birbirine 15-20 dk yürüme mesafesinde olunca bütün şehri adımlamış oldum, bitmiş tükenmiş halde gece yarısı hostele döndüm.

Şimdiye kadar gördüğüm en büyük kauçuk ağaçları bunlar.
Ben çocukken bizim de kauçuk ağaçlarımız vardı ama onlar saksıdaydı. Bu kadar büyüyebildiklerini bilmiyordum.
Her gün bu agaçlara gittim mutlaka. 


Çocuklar memleketlerindeki dönercilerden "abi" ve "abla" kelimelerini biliyorlar, bana abla diyorlar. Kimsenin ismen tanışmaya niyeti yok, ben abla'yım, alman çocuk da doyşland. "Doyşland klimayı aç", "doyşland ışığı kapa", böyle iletişim kuruyoruz. Doyşlanda biraz köpek muamelesi yapıyoruz neden bilmiyorum. Gece geldim odaya, herkes kendine çekidüzen verdi. Hay allah, niye ki? "Abla oturacaksan eşyalarımı toplayayım, abla günün nasıl geçti, abla kurabiye aldık yiyebilirsin, sigara içiyorsan vereyim abla..." Şaşırdım ama hoşuma da gitti yani, biraz sordum sıkıştırdım, niye böyle yapıyorlar diye, durumu çözdüm sonunda. Bu allahın cezaları, etmez olasıcalar, benim yaşıma hürmet ediyorlar. Hürmet edilecek yaşa gelmişim ben hala bitli hostellerde bebelerle konaklıyorum. Ne iş yapıyorsun dediler, doktorum filan diyemedim, rezil olurum lan, öğrenciyim dedim, yediler. (Yiyecekler tabi, bakıyoruz kendimize o kadar) Yorgunum yatacağım artık, ben yatıyorum diye ışıkları kapadık, çocuklar ses çıkarmadan karanlıkta oturdu biraz, sonra onlar da yattı. Sabah oldu, duş almak için bana soruyorlar, artık durumu kabullendim, ben bir koğuş ağası oldum. Tuvalete girdim çıktım, benden sonra kimse girmiyor. Sandım ki "aganın poku üzerine pok olmaz", ondan bekliyorlar, yok ondan değilmiş, gittim efendi gibi havalandırmayı açtım, çocuklar nefes alabildi tekrar. E artık bir koğuş ağası olduğuma göre çeşitli sorumluluklarım olmalı, çocuklar kahvaltıya inmek için müsade istedikten sonra, dedim ki "durun, siz burda bir aydır kalıyorsunuz, var mı bir eksiğiniz ihtiyacınız?" Var dediler, biz bu odayı doğru düzgün temizletemedik bi türlü. Tepedeki vantilatörü gösterdiler, üstünde bir parmak toz olmuş, tozlar havalanacak diye çalıştıramıyoruz dediler. Tamam dedim, siz gidin kahvaltıya, bu işi de oldu bilin. Önce kalktım kapıya gerilimli bir not yazdım. "Lütfen odamızdaki vantilatör bugün temizlensin. İmza: People of #11" sonra tünedim ranzamın üstüne, yan yatıyorum, bir dizimi 45 derece kırdım, koğuş ağası yatışı yapıyorum kendimce, o sırada elimde bir tespih belirdi. Gözlerimi diktim kapıya, temizlikçi kızı bekliyorum tespih çekerek. Bir süre sonra kapıda anahtar sesi, temizlikçi kız geldi. Dik dik kızın gözlerinin içine baktım, sonra yavaşça gözlerimle vantilatörü işaret ettim, sonra tekrar kızın gözlerine... "Senin boynunu kırarım" bakışları atıyorum, kız "notu okudum, temizliycem" dedi, hiç ağzımı açmadım, bir koğuş ağası olarak herkesle konuşacak değilim, çenemi sol omzuma yanaştırarak onayladım kızı. Mahpus filmlerinden öğrendim bunu, mazisi kirli insanlar başlarını öne gelişigüzel eğerek değil, diagonal ve çok usulca çekerek onaylarlar, bu onay aynı zamanda "söylediğin şeyi yapmazsan böbreğine bıçağı yersin" onayıdır. Kız vantilatörü temizlerken nasıl olduysa ne olduysa ben girdiğim rolü karıştırdım, kendimi geline temizlik yaptıran kaynana rolünde "gız ranzanın altını da süpür, oralarda toz kaldı, boyu devrilesice" diye diye yerleri süpürtürken buldum. Bu kadar kişilik değiştirme fazla gelmiş olacak, gerisini hatırlayamıyorum. Kendime geldiğimde her şey normale dönmüştü, oda temiz, gelgelelim tespih hala elimde... Yüzümü yıkadım, açıldım, gittim biraz daha şehri adımladım. Çok güzel şehir, opera izlemek isterdim Sydney'de ama bütçemin elverdiği ölçüde davrandım, opera binasının dışını dolaştım, içinde de vestiyer ve tuvaleti gezdim. İkisi de güzeldi. Şehrin şahane plajları var, yağmurlu havada güneş yanığı oldum oralarda da. Bindim uçağıma Melbourne'e döndüm.

Bu haftasonu ev taşıyorum çünkü Nan beni evden attı. Yalnız kalmak istiyormuş allahın bozuğu. Deniz kenarında bir odaya taşınıyorum, son 1 ayım da böyle geçsin madem.

Ağası olduğum nacizane koğuşumuz.
 #11. 



2 Ocak 2017 Pazartesi

Bu hafta güzel eyaletimiz Tazmanya'dayız.

Seyahat yazısı yazmanın manasını tam olarak anlayamıyorum. Gidecek olanlara fikir olması için faydalı olabilir ama şimdi ben kalktım Tazmanya'ya geldim, Allah aşkına kaçınız Tazmanya'yı ben de gezeyim diyip o kadar yol tepecek de benim yazımdaki tüyolardan faydalanacak? Beni utandırıp gelmeye niyetlenen olursa bir telefon açın bana, ben size anlatayım nereye nasıl gidiliyor.

Aman nesi var, bildiğimiz ağaç, bildiğimiz çayır demeyin.
Burası dünya mirası Cradle Mountain. 


bakınız Macca's.
Keşke yıllar önce bizde de böyle
farklı  isim yapsalardı,
senelerce analarımız babalarımız
telafuz edemeyerek kalp krizi
geçirmeseydi, bize de geçirtmeseydi. 
Tazmanya, ya da yerlisinin tabiriyle Tassie (çünkü Avustralyaca'da her şeyi kısaltıyoruz. Avustralya demeye bile takatimiz yok, Aussie diyoruz. Bu kısaltma işi başlı başına bir yazı konusu aslında ama azıcık bahsedeyim. Buraya gelecekseniz hiç İngilizce biliyorum diye sevinmemek gerek. Breakfast değil brekkie, afternoon değil arvo, sunglasses değil sunnies diyerek durumun vehametini gözler önüne sermek istiyorum. Ya hatta McDonald's var ya, onun adı uzun gelmiş, bildiğimiz McDonald's buraya mahsus adını kısaltmış: Macca's yapmış. Öyle bir kısaltma sevdası... Kısaltmayla ilgili değil ama Burger King'in de adı burada Hungry Jack. Ne alaka değil mi?)
Neyse, güzeller güzeli, kalp şekilli adamız Tassie'ye dönelim, bu ada Avustralya'nın bir eyaleti. Yani ayrı vize filan almadan Melbourne'den uçakla ya da feribotla kolayca gidiliyor. Tazmanya'nın yarısından çoğu milli park. Pek tesis yok, herkes her yerde kamp yapıyor, doğal bitki örtüsü çadır ve karavan. Ben aşağıya bir sürü fotoğraf koyacağım. Benim gezi yazısından anladığım bu çünkü. Onlara bakarsanız ne kadar şahane bir ada olduğunu anlayacaksınız. Bir de haritadan Tazmanya'nın yerine filan bakarsanız, nefis bilgilendirici yazı olmuş olur.

bu fotomuz Coles Bay'den. Herkes haritalarından Coles Bay'i bulursa dersimiz daha verimli geçer. İpucu vererek yardımcı olmak istiyorum: Freycinet Milli Parkına varmadan kuzeyde. Adanın doğusunda. 


Benim en sevdiğim yerlerden biri burasıydı: Friendly Beaches 


Koysa güzel koy, sahilse güzel sahil bizim de var ama işte doğa, az insan ve sıfır tesis olunca daha bir kendini gösteriyor. Upuzun bomboş sahiller, bir dikili taş yok, bir insan evladı yok, insan sanıyor ki kendi keşfetti o sahili. Marslı filmini izlemiş miydiniz, nedense benim aklıma hep o film geldi Tazmanya'da.

Yolda afyon tarlası gördük. Her tarafına çit çekmişler,
girerseniz yakarız filan yazmışlar, tırstık giremedik.
"Afyon, halkların afyonudur." Bu bir tazmanya deyişidir.  
Bu hayvan Wallaby.
 Şunun asaletsizliğine gelin hele.
Fukara tipli, emmi bakışlı. 

Ben yazmayı beceremediğim için sanmayın ki bir numarası yok buranın, gördüğüm en güzel yerdi. Her köşesini ayrı sevdim. Adanın yarısından çoğunda ne internet ne telefon çekiyor, ona biraz delirdim gerçi. Yolda nüfusu sanırım 5 olan bir kasabanın barında durduk wifi sormak için, "biz hepimiz yaşlıyız" diye cevap verdi adam. Zaten ilk adaya geldik, saçma bir şekilde DVD kiralama yerleri var. "Lan DVD mi kaldı, kiralamak mı kaldı, allah allah" derken günler içinde anladık, yokluktan, sıkıntıdan DVD'den film izliyor tazmanyalılar. Şimdi çok afedersiniz de, burası Küba olsa bıdıbıdı edersiniz, Avustralya'nın eyaletinin yarısında telefon çekmiyor, hiç çıt duymuyorum... Neyse konumuza dönelim, Diyordum ki çok güzel yer Tazmanya. Ben de çok güzel günler geçirdim. Kanguru gördüm, sonra öğrendim ki o kanguru değilmiş wallaby'ymiş. (Sonra baktım wallaby kıymasından köfte satıyorlar, oncağız yenir mi yav!) Wombat gördüm, size de videosunu koydum aşağıya, götünü ısırmalık koala suratlı bir şey. Sarılıp sarılıp bırakmayasın gelir, öyle bir şirinlik. Adını bilmediğim ağaçların gölgesinde, daha önce hiç sesini duymadığım kuşlarla, hiç görmediğim böceklerle yürüdüm, koştum, yüzdüm. Okyanusta Antartika'dan gelen soğuk dalgalarda yıkandım. (duş bulamadım, öyle yaptım artık. ben azcık pisimdir zaten.) Sonra gece olduğunda başımı kaldırıp gökyüzüne bakarken şunu düşündüm, nerede olursak olalım gece hepimiz aynı yıldızları izliyoruz. Ve bu gerçekten her şeyden güzel. (Artık bu size ne kadar teselli olursa... Görüyorsunuz ben elimden geleni yaptım.)




Ayrıca yıldızlı bir gökyüzü, her türlü havai fişek gösterisini döver. Yılbaşında havai fişeklere bakmaya gittim, yine hiç sevmedim. Zaten bu sene de hiç güzel giremedim. Giremiyorum ben yeni yıllara güzel. Denemeyi bıraksam daha iyi olacak. Sonra yine terör filan derken, güzel giren de sabah bok gibi uyandı ki... Takvim değişiyor diye yoktan yere kendimize mutluluk uyduracaktık, uyduramadık. Ben yarın sabah Sydney'e gidiyorum, 4 gün kalacağım. Yazılacak bir şeyi olursa yazacağım. Böylece buralara kadar gelip blog açmamın bir manası olmuş olacak diye umuyorum. Olmazsa da reglim geliyor yine, onu yazarım. heheheh yok lan her ay yazmam merak etmeyin. 

o kadar güzel sahil filan dedim yazıda ama bir güzel sahil fotosu çekmemişim.
bu fotoğrafın sağında görülmeyen yer çok güzel bir sahildi mesela. Benim sözüme güvenebilirsiniz.