18 Temmuz 2019 Perşembe

Myanmar'a gitmiş kadar olmak için yazıya buyrun.


Bu parıltılı hayatı ben seçmedim, parıltılı hayatları bazı canım arkadaşlarım seçti, ben onlara arada sırada yanlıyorum. Misal geçtiğimiz ay Deniz’in bir süredir yaşadığı ülke Myanmar’a gittim. Gerçi bu yazıya konu ülkemiz Myanmar’da parıltıdan kasıt nemden dolayı cildimizin parlaması, onun dışında çeşitli fakirlikler, hastalıklar, yokluklar..

Hazırsanız size etek giyen erkeklerin (İrlandalılar gibi bayramda seyranda iki foto çekinmelik değil, işe giderken etek giyenlerin) ülkesini anlatacağım. Başlıyorum: Bi kere onun adı etek değil, longyi. Longyi, altına parmak arası terlik, üstüne beyaz gömlek, buyrun size resmi kıyafet. Gerçekten bu giyim tarzının Türkiye’ye gelmesini çok isterim, erkek arkadaşlar siz de bu rahatı tadın isterim.

 
Bir tane düzgün longyi giymiş adam fotoğrafı çekmemişim,
size google fotolarıyla blog yazıyorum.
Bu utanç tamamen bana ait. 

Myanmarcığım malumunuz eski bir İngiliz sömürgesi. Hint-İngiliz sömürge imparatorluğunun en doğu sınırı. Eski adı Burma. Sömürgelikten çıkmasıyla askeri cuntaya girmesi bir olmuş, daha sivil yönetime yeni geçmiş, ülke daha tam olmamış anlayacağınız, ortalık karışık. Özetle, çok askeri vesayet annecim, tam sokaklara Nagehan Alçı salmalık.. Sonracığıma, 100’den fazla etnik grup var Myanmar’da, Burma en baskın olan grubun adı. Bir ara popüler olup şimdi artık kendilerine üzülmeyi nedense bıraktığımız ülkeden zorla gönderilen Arakanlı müslümanlar da burada.


Bu yakışıklı fotoğrafım Myanmar turizmine armağan olsun.
Bridge Together. (Bu sloganı inşallah da hatırlıyorsunuzdur.)


Sağlık sistemi olmayıp (hiç yok) tazecik KFC zinciri olan Myanmarcığımda ortalama yaşam beklentisi 65 yıl kadar. (hemen komşusu tayland’da 75 mesela.) Çeşmeden akan suyla dişimizi fırçalamamamız önerilen, yazları günde iki saat elektrik kesintisi olan, “sokak köpeklerini sevmeyin çünkü burda kuduz yaygın” uyarılarına maruz kaldığımız, baya bildiğiniz yoksul ülke. Afedersiniz batılı STK çöreklenmesi olmuş ülkede, kadının güçlendirilmesinden hiv’le savaşa kadar akla gelecek her konuda onlarca STK’ya gürül gürül para akıyor. STK’yla kalkınılsaydı anam, Afrika cennet olurdu. Yer miyiz biz bunları.


Myanmar'daki budist tapınaklarının adı: Pagoda.
Misal fotoğrafta Bagan şehrinden bir adet pagoda.
Fakirlik her yere aşırı miktarlarda tapınaklar inşa etmeye asla engel değil elbette.
Adım başı Pagoda. Sağım solum Pagoda. Bazısı çok güzel, bazısı meh.


Biz de başka bir cins züppe batılılar olarak gezimizin ilk günlerinde sokak yemeklerine bakıp “üstüne ne kadar verseler yersin” oyunu oynadık, pazarlıklar da 750 lira ile 1500 lira arasında geziyordu. Son güne geldiğimizde o sokak yemeklerinin iti köpeği olmuştuk, olsa da şimdi de yesek, o leş gibi kokan pazar yerinde içtiğimiz çorbanın içine dalıp yüzsek, böyle sevdik sonradan... Aslında bu yemekleri sevmemizin sebebi bence insanını sevmemiz oldu. İnsanlarının yumuşak huyluluğu, sakinliği, güler yüzlülüğü, yani ayıp olmazsa minnoşluğu diyeceğim, bize o kadar iyi geldi ki, “ayol bunlar bok yese vardır bir bildiği, ben de yiyeceğim” kıvamına getirdi. Böyle bi kalp yumoşluğu ile deneyip çok sevince de günlerce burun kıvırıp yemediğimize yandık. Kurban olduklarım o kadar sakin ve iyi niyetli ki, rabbim hepimize budist sakinliği versin.



son gün pislik içindeki pazar yerinde keyiften bayıla bayıla çorba içerken yandaki teyzeye
konusunu hatırlamadığım işveler yapıyorum.
satıcı kadının yüzündeki sarı boya da TANAKA.
bir ağacın gövdesini yontarak elde ettikleri tozu suyla karıştırıp yüzlerine sürüyorlar ki güneşten korusun diye.
Herkes böyle sarı şeker geziyor. 



İnsanlar o kadar sakin o kadar dingin ki, en yaygın kullanılan uyuşturucu maddeleri bile uyuşturucu değil uyarıcı. Başıma bir Pucca’lık gelmeyecekse anlatayım, "betel nut" deniliyor, bir ağacın yemişi, yeşil bir yaprağa sararak satıyorlar. Çiğneyerek tüketiliyor, 5 kahve içmişsiniz gibi bir etki yapıyor, dişlerimiz kırmızı - kara, kafalarımız berrak oluyor. Sokakta her köşe başında çok ucuza bulmak mümkün. Bende hafiften bir çarpıntı yaptı, onun dışında ayrıca bir kafası yok. 


işte bir adet betel nut satıcısı.
ayıplı yasaklı bir şey değil yani, böyle sokakta satılıyor.
bunu çiğnedikleri için mi neden bilmiyorum, neredeyse kimse sigara içmiyor.
ama zaten bu betel nut da zararlı.


Muson yağmuru da yaşamış olduk yağmur mevsiminde gittiğimiz için. Sıcak ve çok şiddetli bir yağmur şeklinde özetleyebilirim. Annemin tarifiyle düdüklü tencerenin içinde olmak gibi. Güzel anlattığıma inanıyorum. Böylece siz de gitmiş kadar oldunuz.



Buda ve ben. Öndeki ben. 


Uzakları yakın eden bir blog yazımızın daha sonuna geldik. Uzak diye bir şey yoktur, maaşımızı katar havayollarına hibe etmek ya da etmemek vardır. Bu vecizeyle yazımı noktalıyor, herkesi kucaklıyorum.


Mingalabar! (Bu aslında merhaba demek ama nereden bileceksiniz diye düşünüp sona koydum.)



1 Mayıs 2019 Çarşamba

Gez Dünya'yı, Gör Konya'yı.


Merhaba, blog tarihinin en az beklenen, kimsenin talep etmediği yazısını kaleme almanın şirin huzuru içindeyim: KONYA GEZİ REHBERİ!

Doğmamış ve doğrulmamış çocuğum üzerine yemin ediyorum ki Konya çok güzel bir şehir. Keşke Ankara ve Konya kendi aramızda karar alıp mübadele yapsak. Her yerini elbette göremedim ama çok güzel yerlerini gezdim. Gelince ararsanız ben zaten size gezdiririm, ama yine de söz uçar yazı kalır, alın bakalım Konya’nın en şahane turistik köşeleri:


1. Mevlana türbesi: Mevlana’ya ilginiz varsa gidin, yoksa burayı atlayabilirsiniz. Hacı Bektaş-ı Veli türbesini gezdiyseniz bence çok benziyor. (Şu cümleyi yazarken elim ayağım titredi, umarım korkunç cahil bir şey söylemiyorumdur, ama aşağı yukarı aynı mantık gerçekten, çekici olmayan kıyafetler giyip minimalist döşenmiş dar odalarda uzun süreler tek başımıza oturmak suretiyle kişiliğimizi terbiye ediyor, daha güzel, daha olgun insanlar oluyoruz. Ben bunu anladım.) Burayla iligli en önemsiz detayı söyleyeceğim, Mevlana türbesinin içinde deve kuşu yumurtaları var.

Yazıda sanki kötü bahsetmişim gibime geldi.
Sadece Mevlana ilginizi çekmiyorsa sıkılabilirsiniz diye düşündüğüm için öyle dedim.
Yoksa ben beğeniyorum, müzemsi kısmı da güzel, gayet doyurucu bir sürü bilgi veriyor. 
 
Bu da Mevlana türbesinin içi. 


2. Karatay medresesi: Selçuklu’nun hastasıyız, içeride çok güzel çiniler var. Böyle saçma yol tarifi olamaz ama yakın arkadaş olduğumuzu varsayarak benim evden tarif edeyim, Alaaddin tepesine çıkmadan sola kıvrılırsan Karatay medresesi var. Mutlaka görüp yola öyle devam edelim derim. Medreseler esasen din eğitiminin verildiği ama onun yanında tıp, astronomi vb alanların da öğretildiği yerler. Ben bu medreseleri seviyorum çünkü Selçuklu iyisiyle kötüsüyle böyle eğitim kurumları açarken, Avrupa'da afedersiniz cadı avlıyorlarmış. Her Anadolu çocuğu gibi ben de günümüzün ezikliğini böyle geçmiş zaman kıyaslarıyla telafi etmeye çalışıyorum. Hoşgörünüz. 

3. İnce Minerali Medrese: Şimdi burası Taş ve Ahşap Eserleri Müzesi olarak hizmet veriyor. Buranın en komik yanı şu: Mesela içeride ahşap oymalı nefis bir kapı var, altında müze açıklama olarak şunu yazmış: KAPI. Çok güzel bir taş sütun var süslemeler var üstünde, insan merak ediyor nedir acaba diye. Hemen bakıyoruz açıklamaya: SÜTUN. Muhteşem bir müzecilik örneği olan İnce Minareli Medrese’yi de bence yol üstünde görün.

Yol üstü yol üstü diyorum çünkü ben kafamda şöyle bir rota yaptım: Benim evden çıkacaksınız, sırayla Karatay medresesi, İnce Minareli Medrese, ordan da Mevlana Türbesi’ne gideceksiniz. Neden benim evden çıktığınıza dair geçerli bir açıklamam yok. Bu yolda giderken gördüğünüz tümsek de meşhur Alaaddin tepesi, isterseniz çıkabilirsiniz elbette. Aynı yolda ve zaten şehrin her yerinde bol bol da kümbetler göreceksiniz. Kümbetler Selçuklu'lardan kalma anıt mezarlar. O zamanlar İslami gelenekler ile İslam öncesi gelenekleri birbirine katıp karıştırıp bu kümbetlerin altına ölünün mumyalanmış bedeninin konulduğu mumya odaları yapmışlar. Kümbetleri görünce hemen tanırsınız, tepesi koni şeklinde silindirik yapılar. (Tam söylemek gerekirse silindir ya da altıgen ya da sekizgen yapılar.) Kümbetler bugün türbe gibi bir vazife görmüyor, girip ziyaret eden dua okuyan filan yok.

Buraya kadarkiler şehrin en merkezindekilerdi. Şehrin kuzeyinde Tropik Kelebek Bahçesi var, (aynı tarafta gibi ama pek de yakında değil) bir de Sille var. İkisini de çok seviyorum. Anlatayım.

4. Sille bir mahallenin adı. Eski bir gayrımüslim mahallesi, içinden su kanalı geçiyor, havadar turistik bir yer, korkunç bir şekilde restore edilmiş bir kilise ve ayrıca bir de Zaman müzesi var. Zaman müzesi bence çok tatlı, eski saatler, Usturlab örnekleri var ve elbette duvarda zamanla ilgili çeşitli ayetler var, bunu sormanıza bile gerek yok. (Konya’da etli ekmek yemeye bile gitseniz duvarda et ve ekmekle ilgili bir ayet mutlaka yazılmıştır. Konuyla birazcık ilgili herhangi bir ayeti duvara yazmak sabit arkaplanımız.) Sille’nin bir de kendi müzesi var, yeni mi yapılmış nedir, baya bakımlı şık bir müze, sadece Sille’nin değil Konya’nın tarihiyle ilgili de bilgi veriyor, öneririm. Sille’nin etrafı hep mezarlık, nedense hoş bir hava veriyor bana sorarsanız. (Ben mezarlıkları seviyorum genel olarak, benim evimin yanı da çok güzel bir mezarlık: Musalla Mezarlığı. Mesai saatlerinde açık, girilip gezilebiliyor.) Biraz yukarıya doğru devam ederseniz güzel bir baraj gölü ve gölün etrafında yürüyüş yapabileceğiniz bir park var. Ankaralıların Eymir’i gibi düşünebilirsiniz Sille’yi. Daha doğrusu Eymir + Hamamönü birleşik gibi daha çok.

5. Tropik Kelebek Bahçesi: Burası gerçekten muazzam. Muhteşem bir yer. İçerisi sıcak ve nemli tutuluyor, pupa dolapları var, çeşit çeşit kelebekler çoğaltılıyor, kocaman bir alanda serbest geziyolar, biz de onların arasında geziyoruz. Disney filmi gibi, gözünüzün önünden kocaman mavi bir kelebek kanat çırpa çırpa ağır ağır geçip gidip yanınızdaki kişinin omzuna konuyor. Çıkışta duvardaki konuyla ilgili ayete dikkat ediyor, selam edip öyle geçiyoruz. Gerçi bu aralar Konya’nın tamamı tropik kelebek bahçesi gibi oldu, kendi sınırlı araştırmalarıma göre Cetosia cyane (Leopard Lacewing) türü olduğunu düşündüğüm turuncu kelebekler doldurdu bütün şehri. Bu aralar gelirseniz size her yer kelebek bahçesi. 

Kelebek Bahçesi'nin nasıl bir yer olduğunu daha iyi gösterecek daha kelebekli fotolar da vardı
ama bunu koydum çünkü sonuçta her şey arkadaşlarla güzel. 

Bu aralar Konya'yı istila ettiğini düşündüğüm kelebek cinsi bu işte.
Yalnız kanatlarının kenarı bu kadar tırtıklı mı bizimkilerin de bakmam lazım. Ama gerisi tamam. 


Son olarak da şehrin baya uzağındaki yerleri yazayım: Çatalhöyük ve Beyşehir gölü.


6. Çatalhöyük’e daha taptaze gittim. Küçük ve daha çok çocuklara yönelik yapılmış ama yine de bence iyi bir müzesi var girişte, birkaç tane model ev yapılmış. Model evler baya fikir veriyor, neolitik çağda insanlar nasıl yaşarmış insanın gözünde canlanmasına yardımcı oluyor. Daha sonra iki tane kazı alanını görüyorsunuz. Biz orda kazı ekibinin başı olan yabancı bir arkeologdan uzun uzun dersler almış, sonra da Çatalhöyük ile ilgili bir öykü kitabı yazmış bir bekçi ile tanıştık. Adamın hikayesini buraya yazacak kadar detaylarına hakim değilim ama etkileyici birine benziyor. Ben kitabını aldım ama henüz okumadım. Giderseniz ve oradaysa belki tanışmak isteyebilirsiniz, ismi Sadrettin Dural. Oradaki kafeyi işletiyor şimdi. Bakın şöyle haberler çıkmış hakkında: https://odatv.com/ilkokul-mezunu-bekcinin-o-kitabi-abdde-ders-kitabi-oldu-0710171200.html

Çatalhöyük'te insanlar ölülerini cenin pozisyonuna getirip iplerle bağlayıp evlerinin tabanına gömüyorlarmış. Canım neolitik kardeşim, her yer sana bomboş arazi, neden 8m2'lik evinin tabanına gömdün babanı? Bilemiyoruz. Bir de belki sizler biliyorsunuzdur, ben yeni öğrendim: Çatalhöyük'te evler birbirine bitişik, iki değil dört yandan bitişik. Sokak ya da kapı yok. Girişler çıkışlar damdan, sokak da evlerin bitişik damları. Komşunun akrabanın damından geçe geçe geziyorsun, kendi evine gelince hoop diye yukarıdan atlayarak giriyorsun. Evler de kerpiç, baharda temizlik yapacaklarına yıkıp evi yeniden yapıyorlamış. O hoşuma gitti. Bazen insanın evini yıkası yakası, sıfırdan kurası geliyor. Neolitik olaydık yılda bir yıkar, yeniden yapar, ferahlardık.

Çatalhöyük'teki kazı alanı. Söylemeyi unuttum. 
Neolitik çağda insanlar neredeyse tamamen atıksız yaşıyorlarmış.
Kişi başı sahip olduğumuz eşya ve alanın bolluğundan ve ürettiğimiz atığın hacminden hoşlanmıyorum. 
Umarım ileride bu konuda kendi adıma bir şeyleri değiştirebilirim. 

7. Beyşehir Gölü: Buranın Konya ile hiçbir ilgisi yok. Bence turist olarak gezilmesine gerek de yok. Burası Konya’da yaşayanların nefes alması için muhteşem bir yer. Tekne gezileri düzenlenen büyük bir göl (Ankara havası çaldıkları için biz binmedik), gölün karşı yakasında hala üstünde karlar olan dağların manzarası, göl etrafında bisiklet yolları, tenis kortları, miniminnacık bir plaj. Söylentilere göre rakı içilen yerler bile varmış. Pek araştırmayıp Yakamanastır milli parkına da gidelim dedik, yokuş allah yokuş bisiklete bindik, ağzımda kan tadıyla milli parka vardığımızda orda manastır filan olmadığını, halkın burada mangal yaptığını öğrendik. (Elbette mangal. Çünkü orman = mangal. Çünkü vizyonsuzluk.) En azından siz bilin, orada manastır yok. Ama Beyşehir gölü şahane.



Beyşehir gölü sizce de "Look at all the fucks I give" diyen kızın
 bulunduğu dağlık yere benzemiyor mu?


Bu görseli kastediyorum. Baya benziyor bence.
En azından Konya'da en benzeyen yer Beyşehir Gölü. 

Böyle Konya mı olur? Olmuş işte. 


8. Bir de Konya’dan Beyşehir Gölü’ne giderken yol üstünde kalan Eflatun Pınarı var. Hititlerden kalma bir su havuzu. Aynı zamanda bir açık hava tapınağı imiş. Biz gezerken bilmiyorduk ama havuzun duvarlarındaki tasvirler Fırtına Tanrısı, Güneş Tanrıçası, dağ tanrıları ve demonları imiş. 

Eflatun Pınarı da kenarında oturup hayvan seslerini dinlemesi pek keyifli bir yer.
Benim gibi şehirli turistler çıldırsın diye ördek, yavru köpek ne varsa doluşturmuşlar zaten.
Kurbağa filan da vardı, kendimden geçtim. 


Bunlar benim bazılarına tekrar tekrar gittiğim ve çok beğendiğim yerler. Bir de bu mevsimlerde lale bahçeleri oluyor. Geçen sene kaçırdım gidemedim, bu sene umarım yetişeceğim, sanırım son zamanları yine. 

Ben henüz gidemediğim için elbette fotoyu ben çekmedim.
Görmeye değer olduğunu anlatabilmek için google'dan aşırdım. 


İşte bu yazı da benim iç turizme naçizane katkım olsun.


Kim olursanız olun gelin.

Sevgiler

17 Nisan 2019 Çarşamba

En kötü huyum mükemmeliyetçiliğim...

Tabi bir de dürüstlüğüm ve herkesi kendim gibi sanmam. Hangimizin en kötü üç huyu bu harika şeyler değil ki? Şimdi bunlar arasında mükemmeliyetçilik çok yanlış tanınıyor. Ben size doğru tanıtmaya çalışacağım.

Öncelikle mükemmeliyetçi olmak demek her şeyi mükemmel yapmak demek değildir, obsesif olmayı da asla gerektirmez. İşlerinizi başkalarından daha iyi yaptığınız anlamına filan gelmez. Bu bir beklenti meselesi. Benim kendimden beklentim herhangi bir görevi, herhangi verili bir durumda mükemmel bir şekilde icra etmem. (Bu kendini beğenmişlik ya da kibir de değil, yanlış anlayacaksınız gibime geliyor endişeleniyorum. Ve elbette ben bir şey anlatıyorsam mükemmel anlatmam lazım, sıkıntılanıyorum, hadi bi dikkatinizi toplayıp güzelce okuyun da halledelim şu yazıyı.)

Ben demiyorum ki bugüne kadar ne yaptımsa mükemmel yaptım. Oldukça acıklı bir şey söylüyorum aslında, mükemmel yapamadığım hiçbir şeyden doğru düzgün bir keyif alamadım. Yaniii… evet hiçbir şeyden! Bu mükemmeliyetçilik belasını havalı bir şey gibi göstermeye çalışan sevimsiz plaza çalışanları, umarım bunun ne büyük bir ızdırap olduğunu biliyordur. Mükemmeliyetçilik “olduğu kadar, olamadığı kader” diyemeyip, “inşallah tez zamanda ölürüm de kurtulurum bu beceriksiz hayattan” demektir. Hayatta tat tuz bırakmayan bir parazit, zevk emikleyen bir kenedir.

Şimdi ben afedersiniz bok varmış gibi, gidip bir de “amaaan olduğu kadar” demenin pek hoş olmadığı bir meslek seçtim. “Canımdan kıymetli mi ayol” dediğin şey tutup da başkasının canı olunca işler biraz karışıyor. Acil serviste tek doktor olarak çalıştığım pratisyen mecburisi anılarım da bu sebeple korkunçtur. Hakkını helal etmemek için tek şansın var deseler, yeni mezunken beni 24 saat tek başıma acilde ve tüm hastanede sorumlu hekim olarak bırakan dönemin sağlık bakanı recep akdağ’ı söylerim. (Bu hak hellallemeler filan hep Konya’dan bulaşıyor bana, hatırlatın da size hapşurunca çok yaşa yerine denilen islami sözleri de öğreteyim, siz de kültürlenin.)

Ama her şey doktorluk kadar ciddi değil, önemli değil, gergin değil. Mesela ben şarkı söylemeye başladım.  Amatör bir koroda, amatör bir korist olarak. Koronun düzenini anlamam birkaç hafta aldı, ve mükemmel bir kişi olarak kendiliğimden kavramam gerekirdi diye düşünüp kimseye “ya burada işler nasıl yürüyor” diye soramadım. Anladığım düzen de şu: Her hafta birkaç korist çalışmanın sonunda hazırladıkları bir şarkıyı solo söylüyorlar. Bu aslında konserde yapılacak sololar için de bir deneme. Hoca da teşvik ediyor, herkes en az bir kez denesin diye. Ben haftalarca her Salı çalışma çıkışında “ertesi hafta kesin ben de söyleyeceğim” diye karar verip, sonraki çalışmadan bir gün önce istisnasız ishal oldum, aşırı heyecanlandım ve söyleyemedim. Bu arada ona yakın şarkı çalıştım.
canımlar. 
Komşularım benim bu hazırlık sürecimde perişan oldular, yüzüm tutsa bir kek yapıp kapılarını çalacağım, affedin, psikolojik sıkıntılarım var diyeceğim. Annem, Neyir ablam, erkek arkadaşım her koro çıkışında bir sonraki hafta için kararlılığıma ve gazıma, bir sonraki çalışma yaklaştığında da pısıp yerime oturuşuma defalarca şahit oldu. Annem bir ara Konya’ya gelmeyi bile teklif etti. Mesela bir şarkı çalışıyorum, anne diyorum dinlediğim kadınınki kadar iyi olmuyor, dinlediğim kadın dediğim de illa ki bir TRT sanatçısı, annem on saat dil döküyor “yavrum sen TRT sanatçısıyla niye kıyaslıyorsun kendini, sen bildiğin kadar söyle”, hmm mmm filan diyorum ama, hiç aklıma yatmıyor bu iş. Bir hafta daha erteliyorum solo söylemeyi. Bu arada korodaki diğer kişilerle azar azar tanışmaya başlıyorum, onların kibar teşvikleri benim sırtımda üç ton yüke dönüşüyor. Üstüme fil oturuyor biri solo deyince, "solonuza sıçayım" diye bağırmak istiyorum. Bazı haftalar bu solo söyelemek isteyen var mı seansından kaçamayacağımı düşünüp çalışmaya hepten gitmiyorum. Ya hiç otuz yaşını geçmiş kadın davranışları mı bunlar, hiç yakışıyor mu, ama yok işte engel olamıyorum kendime. Çünkü “aman kötü söyleyeyim ne var” diyemiyorum, yapamıyorum, ızdırap içindeyim. Haftalarca süren bu kısır döngüyü korodan çok sevdiğim çok tatlı bir kadının “yahu ne var burası aile gibi, hepimiz söylerken hata yapıyoruz” demesiyle kırmaya karar verdim. O ailenin gerçekten bir parçası olmak için kusurlarımla kendimi ortaya koymayı göze almam gerektiğini düşündüm. Sonunda bir şarkıda karar kıldım, komşulara hayatın anlamını sorgulatana kadar çok kereler şarkımı söyledim de söyledim, iş yerinde, evde, arabada, duşta, sporda, söyledim de söyledim. Bence sonunda oldu. Koro çalışması zamanı geldi. Tamam dedim, oldu zaten, artık heyecanlanacak bir şey yok. Çalışmanın sonunda hocayla göz göze geldik, evet dedim benim şarkım var, çıktım ve allah belamı versin o kadar kötü söyledim ki! Sanki benim kulaklarım kulak değil, sanki benim ses telim tel değil, sanki ben ben değilim. Şarkı bir şekilde ağzımdan dökülüyor ama şerefsiz sanki bana düşman.
Üstat Eminem sanırsınız benim solomu anlatmış (ama kusmuk hariç):
His palms are sweaty, knees weak, arms are heavy
There's vomit on his sweater already, mom's spaghetti
He's nervous, but on the surface he looks calm and ready
Sanki ben utançtan öleyim diye yeni nesil bir biyolojik silah olarak bestelenmiş yavşak. O evdeki duştaki arabadaki havamdan eser kalmadı, dizim titriyor, görüntü bulanıklaştı. Yani biraz daha fazla utanmam için ya kusmam ya işemem kaldı orda. Güftesine tükürdüğümün şarkısı sonunda bitti, sazlara gerçekten minnettar bi şekilde teşekkür ettim çünkü onlara acı verdiğimi düşündüm bu birkaç dakika boyunca. İnsanlar biraz alkışladı, çünkü adetimiz o, soloyu alkışlıyoruz sıçıp batırsa da. Sonra şöyle bir şey oldu: O çalışmanın kalan süresi boyunca kimse benimle göz teması kurmadı. Bir anda yok oldum sanki. Okulda bize anlatmışlardı, doktorlar artık öleceği kesinleşen hastaların odasına daha az gitmeye başlıyormuş. Dedim herhalde öleceğim, başka bir açıklaması olamaz, o yüzden artık bakamıyorlar yüzüme. Bir süre sonra (bence birkaç yıl) yanımda oturan arkadaşım eğilip şöyle dedi: “Senin de sesin değişikmiş.” Dudak kenarlarımı sanki iki yandan vinçle yukarı çekiyorlarmış ama yine de oynamıyormuş gibi, öyle zor, öyle zoraki biraz gülümsedim. Sonra kara kara düşünmeye başladım, ben bir daha bu koroya nasıl geleceğim, insanların yüzüne nasıl bakacağım, nasıl utanmadan ağzımı açıp o ağızdan çeşitli sesler çıkmasına izin vereceğim? Ve aklıma o muhteşem karikatür geldi: “BEYLE”.
Hepinize “beyle” tatlı aydınlanmalar dilerim.
 Canı yürekten diliyorum bunu, çünkü çeken bilir. 
Yani diyeceksiniz ki, böyle dandik aydınlanma mı olur? Arkadaşlar ben mükemmeliyetçiyim benim aydınlanmam bile bu kadar oldu, siz de fazla zorlamayın isterseniz. “Beyle” yapın işlerinizi, olduğu kadarıyla… Sonraki hafta kuş gibi hafif, karga gibi bet sesle gittim. Oh be dedim, duydunuz işte bendeki ses bu, kulak bu, durum bu, kovacak mısınız, yok kovmuyorsunuz, iyi ben o zaman şuraya oturup şarkı söyleyeceğim. Afedersiniz safiye ayla ayarını tutturamıyorum bazen, o da benim kusurum oluversin. Sırtımdaki üç tonluk yük kalktı, keyifli olması gereken şeylerin belki de gerçekten keyifli olabileceğine dair bir umut ışığı tünelin ucunda belirdi. 

Demem o ki, amatör bir koroda pek muhteşem olmayan bir şekilde şarkı söylüyorum, geçen hafta kusurlarla dolu ama yine de fena olmayan bir konserimiz vardı. Seneye hepinizi bekleriz.
  
BONUS: İslami usul hapşurma diyaloğu: Hapşuran kişi öncelikle elhamdülillah diyor. Burası önemli çünkü hapşuruktan sonra hemen kendinizi toplayıp elhamdülillah demezseniz birisi o arada size çok yaşa diyerek bütün ritüeli bozabilir. Arkadaşımız hapşurdu ve kendisi elhamdülillah dedi, biz ona yerhamükallah diyoruz. O da bunun altında kalacak değil, görüyor ve yükseltiyor: Yehdina ve yehdikumullah. Burada biz artık susuyoruz, acaba birbirimize neler dedik diye düşünüyoruz. O sırada arkadaşımız bahar alerjisinden dolayı bir daha hapşuruyor, ödümüz kopuyor bu ritüeli baştan alıcaz diye, elimizi arkadaşımızın dudaklarına götürüyoruz, konuşmasına izin vermiyoruz, usulca eğilip kulağına fısıldıyoruz “bir kelime dahi etme, neden biliyor musun, çünkü inanırım.” Ama siz yine bildiğimiz gibi hapşurunca çok yaşayın, ben de göreyim, neden biliyor musunuz, yoksa deliricem de ondan.