9 Ekim 2016 Pazar

Bohemle Sınavım

Bu haftasonu gerçekten harika idi. Biraz fazla bohemliğe maruz kaldım ama değdi. Hem bohemlerle engin tecrübelerimi faydalı hale getirip sizin için kolay bohemce konuşma kılavuzu hazırladım (yazının sonunda). 

Cumartesi öğlen arabaya binip evde yaşayan diğer iki kişiyle birlikte Nan’ın (evsahibimin) sahildeki yazlık evine gittik. 
yazlık evin balkonu, sabah bu manzaraya karşı yoga yaptık. Lorne burası. 

Nan yirmi yıldır sörf yapıyormuş, o yüzden bir sürü bordu ve eski sörf kıyafeti var. Bize onlardan verdi ve biraz öğretti ne yapmamız gerektiğini. Diğer iki elemanla ben kıyıda sörf bordlarımızla bu bilgiler ışığında debelendik birkaç saat. Nan da bizden biraz uzakta, insan gibi sörf yaptı. Diğer elemanlar dediklerim Caleb ve Athena. İkisi de yirmi yaşında. (en aşağıda fotoğrafları var, bi bakıp gelin isterseniz.) Caleb liseyi bitirdikten sonra üniversiteye gitmemiş, amcasının yanında boyacılık yapıyor. Athena Amerikalı. Geçen akşam babası geldi kalmaya bizim eve. Adam Chicago’da fizik profesörüymüş. Nötrinolarla ilgili çalışmalar yapıyormuş. Chicago’dan yolluyorlarmış nötrinoları, Minnesota’dan topluyorlarmış. Kızını yani Athena’yı okula göndermemiş. Evde eğitim vermişler. Evde eğitim de çeşit çeşit oluyormuş. Bazen aileler ya da özel öğretmenler evde çocuğa okul müfredatının aynısını öğretiyormuş, bazen de ne öğrenmek istediğini de çocuğa bırakıyorlarmış, çocuk ilgisini çeken konuları araştırarak öğreniyormuş. Bizim kızı salmışlar çayıra. Sadece okuma yazmayı anne babası öğretmiş, geri kalan ne biliyorsa kendisi araştırıp öğrenmiş. Böyle çocuklara “unschooler” deniyormuş ve ABD’deki okul çocuklarının %1.7’si böyle kendi keyfince eğitim alıyormuş. İnanayım diye küsüratlı atmış da olabilir. Neticede nötrino atan tutan babanın kızı yirmisinde koltukaltı kıllarını almayan bir yoga öğretmeni olup bizim boyacı oğlana varmış. Kınar gibi yazdım ama öyle değil. Zaten kıl tüy meselesinde kınamak ne haddime, ancak elini öperim. Bizim, dişini fırçalamayan adamlar laf etmesin diye neremizdeki tüyü daha kalıcı yolsak derdinden başımız döndü. Bizim yaptığımız saçmalık. Neyse Athena kızımızın hikayesi böyle. Bu sene Amerika’ya dönüp üniversiteye başlayacakmış. Alternatif tıp okuyacakmış. Ayurveda filan deyince biraz gözümden düştü ama bu kızın da tıp okuyup nörolog olmayacağı her halinden belli zaten. Bohem karakterlerimizin arka planlarını da artık daha iyi bildiğinize göre günümüze devam ediyorum. Sörf yapmaya çabalamaktan bitap düşünce eve gittik, götümüz dondu, sıcak banyo iyi gelir dediler. Harika fikir, ama bohemler huy olarak uyuşuk. Baktım herkes oyalanıyor, ben sıcak duşuma girdim çıktım. Bir şaşırdılar, anlamadım neye şaşırdılar, boş verdim geçtim. Çayımı aldım, arkama bir döndüm ki… Bunlar cücük kadar bir kişilik küveti doldurup hep beraber içine doluşmuşlar. (Mayoları filan duruyordu yani eğer hikayenin o kısmı ilginizi çektiyse.) Bana dediler duşla ısınamazsın, sen de banyoya gir. Lan o küvette benim bacağımın yarısına yer yok, hem bohemle banyoya girilir mi! Bohem organik deyip işer oraya. Gözüne bohem sidiği değsin istemiyorsan mesafeni koruyacaksın, bırak bu kız biraz nemrut desinler. “Yeni abdest aldım kardeşler” dedim, gittim balkonda manzarayı izleyerek zencefilli çayımı içtim. Bu kadar bohemin bir arada olduğu bir evde akşam “demlik” demlik çay içileceği belli. Bir demlik daha demleyelim, aman bir tane daha derken çay çarptı, çay çarpınca hep olduğum gibi oldum, içime kapandım. Saatlerce konuşmadan kös kös ayağımı sobaya uzatıp “allah allah ne kadar da konuşmuyorum” diye düşündüm. Ertesi gün balkonda yoga yaptık, biraz headstand çalıştık. Sıçtığımın headstand’i, handstandi nereye gitsem peşimi bırakmadı zaten. Balkonda biz yoga yaparken yanımıza Türkiye’de belki petshop’ta filan görebileceğimiz rengarenk papağanlar geldi.

aslında kırmızı gövdeli, yeşil kanatlı ve mavi sırtı olan rengarenk bir tane vardı ama size bunu göstericem sadece. çünkü benim masraf edip buralara kadar gelmemin bi manası olsun, di mi?
(kırmızının fotosunu çekemedim.) 



Yakınlarda bir şelale varmış, yogadan sonra oraya gittik. Şelalenin pek bir numarası yoktu ama etraftaki ormanı anlatabilsem keşke. Hiç bilmediğimiz bir sürü ağacın kokuları birbirine karışmış, yürümek filan imkansız, kocaman ağaç gövdeleri birbiri üstüne yıkılmış, bir kısmı çürümüş, çürüyen yerde başka bitkiler çıkmış, bir sürü hayvan. Fotoğraf çekmeye çalıştım size göstereyim diye ama kokular olmadan sesler olmadan bir şeye benzemiyor ki. Her yerinden hayat fışkırıyor. Gerçekten çok etkileyiciydi, belki de biz pek yeşil göremediğimiz için. 
şelale - orman filan buralar işte. 


Koala görürüz umuduyla okaliptüs ağaçlarının arasında gezdik baya ama göremedik. Şimdi bütün bu güzellikleri görünce bu kadar boheme maruz kalmama değdi diye düşünüyorum ama kolay mıydı, asla! Ama bir şeyler öğrendim ve öğrendiklerimi sizinle paylaşarak benim çektiğim zorlukları çekmenizi önlemeye çalışacağım. Olur da bohemlerle bir haftasonu geçirirseniz, benim gibi iletişim sorunu yaşamayın diye bohem gibi konuşma kılavuzu yaptım:
Demlik demlik çayın mı etkisi bilemiyorum ama bohemler tam olarak senin benim gibi konuşmuyorlar.

  • ·         Öncelikle her sözümüzü yavaş, sırıtarak ve kelimeleri yayarak söylüyoruz.
  • ·         Hayatın içindeki şeylere karşı aşırı hevesli ve heyecanlıyız. Yerli yersiz duygu ifade edip soruyoruz. Bir örnekle açıklamaya çalışayım:
Bohem : pelin, günün nasıl geçti?
Vasat insan : pek bir şey yapmadım, mahallede yürüdüm.
Bohem: Aman tanrım, harika! Bu gerçekten çok güzel olmalı. Yürümek sana nasıl hissettirdi?

  • ·         Zaten olup biten şeyleri gereksiz yere dillendiriyoruz, özellikle duyuları. Yine örnekliyorum:
Vasat insan elma yiyor diyelim ki. Ne der? “Elma çok güzelmiş abi ısırıcan mı?” der.
Bohem elma yerse şöyle oluyor: “Aman tanrım, elma kıpkırmızı ve ısırınca önce kabuğu sert ama içi çok sulu ve tatlı. Bu harika bir elma. Bu elmayı benimle paylaşmak ister misin?”

Bu uzun ve gereksiz konuşma olayına başka bir örnek daha vermek istiyorum. Vasat arkadaşlar tatilde diyelim ki. Arabada plaja giderken güzel bir koy gördüler. Diyalog aşağı yukarı şöyle olur: “Deniizz (çünkü arabayı hep Deniz kullanıyor.) yandaki koy çok güzel. Duralım mı?”, “Aa çok güzel gerçekten, duralım, biraz burada yüzüp sonra öbür plaja gideriz.” (durdular, yüzdüler, öbür plaja gittiler. Gerçek olay.)
Aynı olay bohemlerde şöyle oluyor: “Buradaki dalgalar harika ve büyüleyici, burada dursak mı?”, “Adamım, öbür plaja gidelim diye konuşmuştuk ama spontan bir dürtüyle burada biraz yüzmek istiyorsan bu isteğini tamamen destekliyorum. Önemli olan istediğin şeyi o an yapman. Bunun arkasındayım dostum. Anı yaşamalıyız ve keyif …” (durmadılar. Gerçek olay.)

  • ·         “Paylaşmak” fiilini gereğinden fazla kullanıyoruz. Neredeyse bir bağlaç haline getiriyoruz, resmen bokunu çıkarıyoruz. “Size sebze çorbası yapmamı ister misiniz? Bu becerimi sizinle paylaşmama izin verin.” Elimizi attığımız her şeyi kullanmadan önce bunu paylaşmak isteyen olur mu diye boşluğa sesleniyoruz. Tuvalete “ben kendi kıçımdan tek başıma ve kimseyle paylaşmadan sıçıcam, beni rahat bırakın” diye bağırarak gitmek istememize neden olacak kadar çok ve sık yemeğimizi, becerilerimizi, duygularımızı, tecrübelerimizi, tabi ki banyomuzu paylaşıyor, paylaşıyor, paylaşıyoruz.
  • ·         Gün içinde yakın geçmişten alakasız bir ana referansla “o an seni gücendirdim mi?” gibi yersiz sorular soruyoruz. Kapıyı açamadım ben bir seferinde, yardım edelim mi dediler, yok hallettim dedim. Yardım istememişim, acaba beni gücendirmişler mi? Bu bir değil iki değil, dört gündür buradayım, bir sürü kere sordular. Lan siz kim köpek beni gücendireceksiniz! Benim sizden bir beklentim mi var bu hayatta, karşılanmayacak da güceneceğim. Ya valla delireceğim. Gücenmedim, bi siktirin gidin.
  • ·         Son olarak sizi kurtaracak bir tüyo vereyim. Eğer boheme gerçekten dert anlatmak niyetinde değilseniz, sadece başınızdan savmak istiyorsanız şu iki büyülü sözcükle her soruyu yanıtlayabilirsiniz: “intense” ve “sick”.  Şöyle ki, “Su nasıldı?” “it was intense man.”, “yemek olmuş mu?” “it’s sick!”, “manzara hoşuna gitti mi?” “yeah it’s intense.”,  “dün eğlenedin mi?” “yesterday was so sick!” Umarım anlaşıldı.

Özetle bohemliği pek sevmem. Çalışkan insanları severim. Kendim de çalışkan bir insanım. Bir de bohemler bizim idrak edemediğimiz bir derinlikleri varmış gibi yapmaya çalışınca hepten kabarıyorum. Bence öyle bir derinlikleri yok, sadece kafaları güzel. Canları sağ olsun.

bohem bile olsa kimse grup selfie'ye hayır diyemiyor.
Tanıtmama gerek var mı, çekik gözlü evsahibi Nan, kız Athena, saçlar sakallar Caleb, gözlüklü ben. 

6 Ekim 2016 Perşembe

Tatlım Senin Karbon Ayakizin Kaç Numara?

İş tecrübesi olsun diye, ağırlıklı olarak kendi gayretlerimle azıcık da Hacettepe’nin desteğiyle önümüzdeki dört ayımı Melbourne, Avustralya’da geçireceğim. Canım güzel arkadaşlarımla son iki hafta boyunca doya doya, ayrı ayrı ve birlikte defalarca vedalaştık ve hepsine başımdan geçenleri yazacağıma söz verdim. Yalan tabi, nasıl yazayım. Cennet gibi memlekete gelmişim, işimi gücümü gezmemi bırakıp whatsapp’a laf yetiştirmem mümkün değil. Neticede buradan toptan anlatacağım ne yapıp ettiğimi, ilgilenen herkesler buyursunlar…


Dün yirmi dört saati aşan bir yolculuk yaptım. Sabiha Gökçen’den Katar Havayolları ile Doha’ya, Doha’dan Adelaide’e, oradan da son olarak Melbourne’e geldim. Havaalanından bir adet dev, bir adet orta halli bavulum, sırt çantam, kol çantam ve ben, bizi tren istasyonuna götürecek shuttle’a bindik, sonra da trenle eve. Kalacağım yeri Airbnb’den iki haftalık ayarlamıştım. Beğenirsem kalırım, beğenmezsem değiştiririm gidince diye. Neyse eve geldim. Ev sahibi bence Japon, çünkü çekik gözlü ve ben bu coğrafyaya bu kadar cahilim. Eve girerken ayakkabı çıkarttık. Dedim demek ki Çinliler de böyle yapıyor. (Japon değilse Çinli…) Zaten gecenin körü, zaten saatlerdir yoldayım, gözüm pek bir şey görmedi, gittim kıyafetlerimle uyudum. On iki saatlik uykudan sonra buranın saatiyle öğlen uyandım. Açarız yeriz muhabbet olur diye yanımda getirdiğim çekme helvamı da alıp mutfağa gittim, evdekilerle gündüz gözüyle tanıştım. Nan (son ihtimal Koreli olabileceğini düşündüğüm ev sahibim), bir de arkadaşı. “Ev biraz değişik gelebilir sana” dediler. Hakikaten bir değişik ama nedir tam çıkaramıyorum. Evde plastik kullanmıyorlarmış, barındırmıyorlarmış. Evdeki her şey metal, ahşap, cam. Mutfakta buzdolabı yok, taze meyve sebze yiyoruz dediler. Hadi hepsi tamam, evde doğru düzgün mobilya da yok. Yerlerde halı kilim bir şey yok. Neyse benim odamda yatağım var, içerde bir yerde çamaşır makinası gördüm. Duş var. Bunlar bana yeter.  Bakın bu da odam: 

tepemde ne yazıyor bilmiyorum ama plastiğin anasına sövüyor olabilir. 
Tek kuralımız var dediler, az tabak çanak var, o yüzden bir şey yiyince hemen yıka ki kimse tabaksız kalmasın.  Eyvallah ama bulaşık deterjanı tabi ki yok. Avucuma karbonat döktü Çinli, bununla yıkayabilirsin dedi. Çevreciliğime güvenim nerden baksan tamdır ama Ortadoğu’da çevreci olmak kolay. Plastik poşetini denize atmayınca, nükleere karşı çıkıp, şehirlerde parkları bahçeleri yıkmayalım deyince en büyük çevreci oluyorsun zaten.  O çevreci doğa dostu halimle benim bile “lan yeter, o bikarbonatı bi indir hele” diyesim geldi, derin nefes aldım verdim, sustum. (Zaten sonra internetten baktım, yıkanıyormuş karbonatla bulaşık. Bence siz de boşuna deterjan alıp ortalığı kimyasala boğmayın yani.) Neyse ben bir markete gideyim diye sokağa çıktım. Ben zaten Türkiye’de de şapşalım biraz. Yolumu yönümü bilemem, karşıdan karşıya geçemem vs. Telefonuma bakıyorum uzun uzun, çünkü haritayı anlayamıyorum. Araba yavaşlıyor yanımda, yardıma ihtiyacın var mı diyor.  AVM gibi bir yere girdim, sağa gidiyorum dönüyorum sola gidiyorum, başkası geldi, aradığınızı bulamıyor musunuz yardım edebilir miyim diyor. Bilmiyorum kimi insanın hoşuna gider böyle şeyler ama ben aptallığım yüzümden okunuyor sandığım için sevmiyorum. “Ben kendim bulcam yeaa” diye ağlayarak uzaklaşmak istiyorum. Herkes işine baksın ya, o kadar da yardımsever olmayıversinler. Ha asıl neyi unuttum. Bir adam geldi markette yanıma, burada okuyormuş, vizesi yüzünden miymiş neymiş belli bir saat karşılıksız çalışması gerekiyormuş. Ücretsiz ayak masajı yapacakmış bana. Tövbe estağfurullah el adamının eline ayağımı verecek değilim, kolay gelsin kardeş dedim eve döndüm. (Trafiğin sağdan aktığını da zaten baya zor anladım. Ona alışmak gerçekten zor olabilir, o konuda kendime zerre güvenmiyorum.) Bu arada evimiz beni küçük minik bir sürprizle bekliyormuş meğer. Hava kararmış, evin koridorunda masalarda minik minik mumlar yanıyor. Neden efendim, çünkü elektrik yakmıyor Nan. Gerçek ışık kullanıyorlarmış. Orda artık içim bir yükseldi benim “akşam elektrik yoksa kiradan düşelim abisi bu ne” diyeceğim ama baktım etrafıma güzel de olmuş gibi sanki karar veremedim, yine ses edemedim. Neyse hafta sonu sahil kenarında evleri varmış, orada vegan beslenip yoga yapmalı bir hafta sonu planlıyorlarmış. Beni de çağırdılar. Haklarını vereyim, baya arkadaş canlısı bir ev ahalim var.  (Çinli de Kamboçyalıymış.) 

çünkü cahilim. siz de cahilsiniz, bana artizlik yabmayın.