Döndüğümden beri yazacak pek bir şey bulamıyordum çünkü
yazacağım her hikayenin muhatapları da Türkçe biliyor ve okuyabilir blog’u. Ben
elalemin arkasından giydiremedikten sonra ne anladım blog yazmaktan, nitekim
yazamadım.
Önemli bir mevzu var, ondan bahsetmek, biraz da sizden fikir
almak istiyorum. Bana dediler ki Avustralya’dayken: “uzmanlığını al, sonra
istersen gel burada doktora yap.” Spor hekimi olarak çalışmaya değil, doktora
yapmaya çağırdılar yani. Üniversite burs verecek, 4 yıl da orada doktora
öğrenciliği yapabileceğim istersem. Ne güzel aslında, çiçek gibi. Ufak bir
sorun var, İSTEMİYORUM.
Allah aşkına “kaç kendini kurtar” kolaycılığında yorum
yapmayın, bakın şurada içimi açıyorum size. Ben Avustralya’da yalan olmasın çok mutluydum.
Güvende hissettim kendimi 4 ay boyunca, başıma bir şey geleceğinden hiç
şüphelenmedim, gittiğim her yerde saygı gördüm, düzgün davrandı herkes, ben de daha iyi huylu bir insan haline geldim. Bir şeyler eksikti yine de, ne
olduğunu dönünce anladım.
Ben sandım ki ailemi ve en yakın arkadaşlarımı özlüyorum
çok. İşin aslı o değilmiş. Aile ve çok yakın arkadaşlarla Mars’a da gitseniz
(keşke gitsek lan!) zaten düzenli haberleşiyorsunuz, saat farkı bile sorun
olmuyor, görüntülü konuşuyorsun, mailleşiyorsun, zaten başımızın tacı WhatsApp
var. Onlar her zaman yanında gibi oluyor. Benim asıl eksikliğini hissettiğim, asıl insanın hayatını zenginleştiren
şey başkaymış. Şu birkaç ayda bir görüştüğümüz, çok samimi olmadığımız ama uzaktan
çok sevdiğimiz, görüşünce konuşunca yeniden hayran kaldığımız harika arkadaşlarımız
var ya, (bende onlardan rahat yirmi tane var), biraz da bu insanlarmış benim
hayatımı dolduran, zenginleştiren, güzelleştiren. Geldiğimden beri hayretle
izliyorum etrafımı, yemin ederim Ankara’nın en harika insanlarıyla arkadaş
olmuşum, bayılıyorum hepsine. Bu zenginliği ben yabancısı olduğum memlekette
kuramam, çünkü burada da 15 yılda kurdum.
İngilizcem baya baya iyi, herhangi bir meselede derdimi çok
güzel anlatabiliyorum ama yine de edebiyat parçalamak ayrı, onu
parçalayamıyorum. Renkli benzetmelerle dolu uzun sohbetleri seviyorum, kederli
konuşmaları, başkalarının öykülerinin otopsisini yapmayı seviyorum. Bakın fark ettiniz mi dedikodu demek yerine başkalarının öyküsünün otopsisi dedim. İyiyim bence bu işte. Hatta
dürüst olmak gerekirse bazen bir şeyi anlatırken “yarabbi ne güzel anlatıyorum”
diye düşünüyorum. İşte elin memleketinde bunu yapamıyorum. Sadece yabancı dil engelinden dolayı
değil, kültür farklılığından da dolayı. Keder bilmiyorlar, arabesk
anlamıyorlar, siyaset konuşmayı seviyorlar mesela ama içleri yanarak değil,
sanki orta dünyayla ilgili bir şeyler konuşuyormuşuz gibi ya da maç yorumu
yapıyormuşuz gibi konuşuyorlar. Bunlar beni hiç tatmin etmiyor. Ben orada 4
yılda kendi başıma evde Ahmet Kaya dinleye dinleye deliririm. Orada çok fazla
milletten insan var, bu bir anlamda büyük bir zenginlik katıyor ama bence
iletişimi de baya sığlaştırıyor. Düşünün beş milletten insan bir konuda
konuşurken sınırlar beş milletin kültürünün kesişim kümesinin içinde kalmak
durumunda. Dolayısıyla derinleşemeyen, aslında bilgi alışverişinden pek öteye
gidemeyen sohbetler oluyor. Benim gözlemim, tecrübem bu yönde oldu.
Bir de anladım ki ben köylü ruhlu bir insanım, “buralı”
olmak duygusu çok kıymetli benim için, “toprağım” diye bir şey var kafamda. Buralı olmak duygusunu baya derinden hissettim
bugün, alakasız bir vesileyle. Bugün tıp bayramı diye mezun olduğum okuluma gittim, Modern Sabahlar ekibi söyleşiye geldi, onları dinledim. Yıllar
önce de bizim okula gelmişlerdi çünkü biz Çocuk Destek Grubu olarak bir
etkinlik yapmıştık (ölümcül hastaya yaklaşım ve kan – organ bağışı ile ilgili
eğitim yapmıştık tıp öğrencilerine, hala gurur duyarız bu yaptığımız etkinliği
düşündükçe), onun bitiminde de Ege-Fahir-Oktay ile söyleşi düzenlemiştik. Ben o
zaman öğrenciydim, mezun oldum, mecburi hizmete gittim, TUS’u kazanıp patoloji
asistanlığına başladım, istifa edip yeniden TUS’a girdim, spor hekimliğine
başladım, şimdi birkaç aya uzman olacağım. Bu süre içinde bu adamların çoluğu
çocuğu oldu, dükkan açtılar, dükkan yer değiştirdi, Radyo ODTÜ’den ayrıldılar,
program bitecek diye ödümüz koptu, sonra başka kanalda yine
başladılar, Türkçe pop çalan kanala geçtikleri için “muhtemel aşk” ve benzeri
garip şarkılar dinler olduk. Sonra bugün, yıllar sonra aynı salonda aynı adamlar
aynı sandalyelere oturup konuştular. Onlar baya komik şeyler anlattı aslında
ama ben şunu duydum: “senin hikayesini bildiğin yer burası. Ne bok yiyeceksin Melbourne’de?” Diyeceğim o ki, “buralı”
olmak demek, lisede dershaneye giderken dinlediğin radyo programcılarını 10 yıl
sonra yine morfoloji binasında dinleyebilmek demek. Bu duygunun güzelliğini ben
başka şeylere pek değişemiyorum. (bana podcast demeyin tadımız kaçmasın, adamların sesine hasret kalırım demiyorum, benim kişisel tarihim bu memleketin radyo kanallarında, sokaklarında diyorum.)
Kesin şeyler söylemek, büyük laflar etmek istemiyorum, hala karar aşamasındayım. Ama buraya geldim geleli çok mutluyum. Madem ki burası, bu boktan haliyle beni hala başka yerlerden daha mutlu edebiliyor, ne zoruma dünyanın öbür ucuna gideceğim?
Diyorum ki gitmeyivereyim yav, her gel diyene gidiyor
muyuz? Melbourne’e de gitmeyivereyim. Ve zaten… kan benim, damar benim.
(Avustralya'daki hocama bir şey demedim hala, o geleceğim sanıyor, rica ederim mevzu aramızda kalsın.)
Radyo programları mühim şeyler, tren garları gibi. Ankara Garı gibi program benim için Modern Sabahlar. |