12 Kasım 2016 Cumartesi

7 dakikanın hatırına Evelyn'e bir kadro verin!

Daha önce pek de mütevazılık etmeden çeşitli cümlelerde, akıllı ve çalışkan bir insan olduğumu yazmış olabilirim. Öyleyim çünkü. Ama çalışkanım demek çalışıyorum demek değil, o becerim var, gerekirse kullanırım demek. Şimdiye kadar sadece ÖSS’ye ve TUS’a girerken gerekmişti, onun dışında yattım hep. Buraya gelip çalışmak nedir görene kadar işler öyleydi yani.

Mesela spor hekimliğine başladım, maşallah çok rahat, çok keyifli bölüm. Ama fazla rahatlık göze batar, fazla rahat görünmemek lazım, şöyle bir şey yapıyordum: Elime 3-5 tane hasta dosyası alıp koridorda bir ileri bir geri, çeşitli odalara hızlı hızlı girip çıkarak, biri muayene mi yapıyor içeride, ayy çok pardon diyip, içeri bir şey arıyormuş gibi bakıp çıkarak, böyle telaşlı telaşlı geziyordum. Bak bunu yap, sonra yirmi dakika görünme ortalıkta. Zaten bölümde 15 hasta var, 5 doktor var. Kimse fark etmez, akıllarda “bir yerlere gitti o bir şeyler arıyordu” diye kalır.  Bütün işyeri rahat olan arkadaşlara öneririm, meşgul izlenimi mühim. Öte yandan spor hekimliğinin ilk iki yılı zaten TTB merkez konseyinde olduğum zamana denk geldi, o gerçekten yoğun yorucu bir işti, yoğunmuş gibi yapmama gerek fazla olmadı.  Sonra büyüdüm, baktım benden sonra başlayan bir sürü arkadaş var bölümde, bıraktım kolumu bacağımı morartarak kapılara koridorlara çarpmayı kendimi, paşalar gibi gittim oturdum masama (evet masam var) . İhtiyacınız olursa ben buradayım, dedim. Makale okuyacaksan oku, ders hazırlayacaksan hazırla… Mis, çiçek… Sonra kurtlandım, Hacettepe bana olanak sağlamış, asistanlığında yurtdışına git, maaşın benden demiş, ben neden gitmiyorum? Gideyim. Yazdım çizdim, ayarladım burayı. Geldiğim yer hastane değil, burada doktorluk yapmıyorum. Spor bilimleri fakültesi’ndeyim burada, egzersiz fizyolojisi ekibiyle çalışıyorum. Yani o 15 hasta da yok. Gelsin “Solitaire” dolu günler... Nah gelir! Gelmedi.

Nasıl çalışıyoruz anlatmaya çalışayım. Sabah geliyoruz, Evelyn bacım da geliyor. Ceketini çıkarırken soruyor, “Kahve içmek isteyen tuvalete gitmek isteyen var mı?”, sonra zaman olmayacak çünkü. Saatlerimizi ayarlıyoruz, aman yarebbi, dayak yer gibi, oradan oraya, saat 5 olana kadar oturmadan çalışıyoruz. Diyelim ki iki işimizin arasında yedi (sayıyla 7) dakika vakit var. Yani 2 buçukta işimiz var, saat 2’yi 23 geçiyor. Bana diyor ki, hazır vakit varken şunu yapalım arada. Hazır vakit yok ki Evelyn. 7 dakika var sadece, ona da pek vakit denemez. Ya ben yirmi dakika olsun yine de yeni işe başlamam. Yirmi dakikada yeni işi düşünmeye başlayabilirim, ama belki ona bile üşenirim, ertesi güne bırakırım. Yemin ederim aynen böyle çalışıyoruz, imanım gevriyor. E ben zaten şu daha önce bahsettiğim excelle boğuşuyorum ayrıca, evde gecenin körüne kadar onları yapıyorum. Ne azalıyor, ne bitiyor allahın belası. Sadece hafta içi de değil, hamdolsun her gün çalışıyoruz. İlk defa bu hafta sonu işe gitmedim, onun dışında hafta sonları da gerekiyor, gidiyoruz. 

Öğle arası mesela hastanede benim için dev organizasyondur. Bizim Hacettepe’de 12-13.30 arası öğle yemeği zamanıdır. Saat 11 olunca ben huzursuzlanmaya başlarım. Ne yiyeceğiz, nereye gideceğiz… Halbuki ben yanımda getiriyorum genelde yemeğimi. Saklama kabımda mercimek yemeğimi alıp gidip nerede yesem, derdim de bu. Yiyip gelince de tantana bitmiyor ki. Bu sefer ikinci bir tur huzursuzlanma: Bir Türk kahvesi olsa da içsek... Burada rüyamda görürüm. Bir güzel şey, burada hoca dahil herkes yanında yemek getiriyor. Ben göze batmıyorum. Saklama kabını alan mikrodalganın başında sıraya geçiyor. Yemeğini ısıtan 15 dakikada yiyor, yallah işinin başına. "Hani bana sade Türk kahvesi lan" diye ağlayarak bağıracağım bir gün!

Ben buraya zaten dört aylığına, ilim irfan öğrenmeye geldim. Gezeceğime, yatacağıma çalışırım canıma minnet. Ne kadar çok şey öğrenirsem, tecrübe edersem
yanıma kar. E ama Evelyn ne olacak? Bu kadar çok çalışınca sanıyorsunuz ki burada yeri sağlamdır. Yok öyle bir sağlamlık, rahatlık. Burada akademisyenler sözleşmeli çalışıyor. Evelyn üç yıldır, altı aylık sözleşmelerle çalışıyor. Bu sene artık araştırma bütçesi suyunu çekince Evelyn’in sözleşme de yenilenememiş. Ocak sonunda benimle birlikte o da yolcu. İki arka masamda Andrew var, araştırmacı değil o, ders anlatıyor sadece, onun da ocakta sözleşme doluyor. Başka üniversitede iş bulamazsa bulana kadar işsiz gezecek. Başka üniversitede iş bulmak da kolay değil çünkü burası yabancıların kolay kabul gördüğü bir memleket olduğu için tüm dünyadan herkes deli gibi başvuruyor. Rekabet almış başını yürümüş, çıta Allahuekber dağına çıkmış. Ne anladım ben on beş dakikalık öğle aralarından, cumartesi günleri işe gelmekten? Benim anladığım burası da maalesef cennet değil. Cennetse bile yolları taşlı. Ya da cennette işsizlik maaşıyla yaşamak da olası. Tesadüf geçenlerde şu yazıya denk geldim, tam da Avustralya’dan olay: http://sendika12.org/2016/10/parca-basina-calisan-akademisyen-john-nicin-intihar-etti-george-morgan/

Ortalık fena, kendinize iyi bakın, dikkatli olun. Çokça sevgiler.

Evelyn (yanımdaki) bacım da artık yeter dedi ve şehre vurduk kendimizi,
başka kadınlar çikolatalı kremalı şeyler içebilir
 bir veganın en esaslı içeceği her daim smoothie. 


1 yorum: