16 Kasım 2016 Çarşamba

Şimdi elimizdekileri bırakıp yavaşça ayağa kalkıyoruz.

Aha karşıdan karşıya geçen adam
bile üçgen vücut. 
Mesleğim malumunuz spor hekimliği. Spor hekimliği sadece kopan ön çapraz bağınız, yırtılan menisküsünüz demek değil, spor hekimliği fiziksel aktivite demek, spor hekimliği hareket demek. 

Melbourne bu konuda takdire şayan. Maşallah bütün şehir kıpır kıpır, vızır vızır. Parklarda, sokaklarda her saat koşan birilerini mutlaka görüyorsunuz, bisiklete binenler, nehirde kürek çeken yaşlı başlı teyzeler, golf burada zengin sporu değil, golf oynayanlar, sörf yapanlar bol... Buranın kendine has bir futbolu var, o da çok popüler, e zaten İngilizlerden kalma kriket var. (Kriket takımı çok kötü gidiyormuş bu aralar, koca kıta buna yanıyor. Krismıs'ı bizim için bok etti kriket takımı diyorlar. Neyse konumuz başka.) Pek ince yapılı, zayıf da değil burada insanlar, hem boylu boylu hem de biraz gürbüzceneler, çok mu yiyorlar ne yapıyorlar bilmiyorum. Ama neticede çok aktif yaşadıkları bir gerçek. Herkes her daim sporla haşır neşir. Darısı başımıza. 





bakınız yüksek masa.
fotoğraf biraz kötü oldu çünkü gündüz çekmeye
utandığım için gece gece okula gidip çektim.
sandalyeyi de masanın yüksekliği anlaşılsın diye koydum.
Yoksa ayakta çalışıyor adam, sandalyeyle işi yok. 
Bahsetmiştim galiba, bizim buradaki okulda hocalar asistanlar aynı ofisi paylaşıyorlar. Yirmi küsür kişilik bir ortak ofisimiz var. Başkalarının masalarını da görüyorum yani. Benim hoca ve birkaç hoca daha “standing desk” kullanıyor. Yani yüksek çalışma masası. Oturmadan ayakta çalışıyorlar bütün gün. Bakın çok önemli, İngiltere’de kampanya var “Stand Up Britain” diye, İskandinav ülkeleri “bu yüksek masa işini çok mu abarttık?” diye makale yayınlıyorlar, herkes kullanmaya başlamış demek ki. 

Bu yeni bir plaza trendi, hava olsun diye yapılan moda bir şey diye düşünebilirsiniz. Ama değil. Çünkü gün içinde oturarak geçirdiğiniz süre, kalp damar hastalıklarına yakalanma ihtimalinizle ve diğer tüm sebeplerden ölme ihtimalinizle direk ilişkili. “Direk ilişkili” demek ne demek? Yani şişmanlamasanız da, kolesterolünüz yükselmese de kalp damar hastalıklarına yakalanma olasılığınız artıyor demek. Ha bir de diğer fiziksel aktivitelere ne kadar katıldığınızdan da bağımsız bu etki. Peki bu ne demek? İşten çıkınca koşmaya da gitsen, yüzmeye de gitsen oturduğun saatin kötü etkisi büyük ölçüde duruyor demek. Yani? Kalkın. Kalkınız. Ayağa kalkın. Geri oturmayın. 

Hacettepe'deki güzel odam,
canım topum <3
Şu excel yüzünden ben de bilgisayar başı bir insan oldum. Hacettepe’de de koltuk yerine pilates topuna oturuyordum. Burada topum da yok. Bütün gün ofis sandalyesinde oturup sayılara baka baka gün geçiriyorum. Bu böyle olmaz dedim, evdeki imkanlarımla kendi yüksek masamı yaptım. Masamızın yanındaki dolabın tepesinde çalışıyorum artık. Zaten esasında benim bir masam yok. Brezilyalı Victor var, onun masası var. Ona “az kayarsan 4 ay ben de burada oturayım” dedim, o da kaydı sağolsun. Böylece bir masam olmuş oldu. Madem oğlan bir iyilik yaptı, neden tepesine çıkmıyorum? Kelimenin tam anlamıyla tepesine çıktım. Sabahtan akşama zebellah gibi başında ayakta duruyorum. Kusura bakmasın Victor kardeşim, canımdan kıymetli değil. Bu bir hayat memat meselesi.


Bakın ben üstüme düşeni yaptım. Sizleri bilgilendirdim. Bir tane Sümer atasözü varmış: “Biliyorsun, neden öğretmiyorsun?” diye. Buyursunlar öğrettim. Bütün gün sandalyede oturup, sonra bana gelip “Ben neden genç yaşımda öldüm?” demeyin. Rica ederim öyle uzun uzun oturmayın. Sıhhatli günler dilerim. 



Kendi imkanlarımla yaptığım yüksek masa.
Gidiyorum dikiliyorum orda bütün gün Victor'un tepesinde.
Facebook'a giriyor mu, ayıplı sitelere bakıyor mu diye bilgisayarını dikizliyorum,
yok maşallah güzel güzel çalışıyor. 


Gelecekten gelen ekleme: Bu yazıdaki fotoğrafları çok sayıda sunumda kullandım, çok yerde anlattım. Ne yaptımsa insanları ofiste daha aktif olmaya pek de ikna edemedim. En azından öyle hissediyorum. Bunlara ek olarak bir de masa altı pedalı satın aldım, benden görüp heves edip alan çok oldu ama bence kullanan pek olmadı. Artık üniversitedeki işimden ayrılıyorum, pedalımı da alıp kendi kliniğime götüreceğim. En azından kendi kurduğum klinikte umarım çalışanlarımın olması gerektiği kadar aktif olmasını sağlayabilirim. 

12 Kasım 2016 Cumartesi

7 dakikanın hatırına Evelyn'e bir kadro verin!

Daha önce pek de mütevazılık etmeden çeşitli cümlelerde, akıllı ve çalışkan bir insan olduğumu yazmış olabilirim. Öyleyim çünkü. Ama çalışkanım demek çalışıyorum demek değil, o becerim var, gerekirse kullanırım demek. Şimdiye kadar sadece ÖSS’ye ve TUS’a girerken gerekmişti, onun dışında yattım hep. Buraya gelip çalışmak nedir görene kadar işler öyleydi yani.

Mesela spor hekimliğine başladım, maşallah çok rahat, çok keyifli bölüm. Ama fazla rahatlık göze batar, fazla rahat görünmemek lazım, şöyle bir şey yapıyordum: Elime 3-5 tane hasta dosyası alıp koridorda bir ileri bir geri, çeşitli odalara hızlı hızlı girip çıkarak, biri muayene mi yapıyor içeride, ayy çok pardon diyip, içeri bir şey arıyormuş gibi bakıp çıkarak, böyle telaşlı telaşlı geziyordum. Bak bunu yap, sonra yirmi dakika görünme ortalıkta. Zaten bölümde 15 hasta var, 5 doktor var. Kimse fark etmez, akıllarda “bir yerlere gitti o bir şeyler arıyordu” diye kalır.  Bütün işyeri rahat olan arkadaşlara öneririm, meşgul izlenimi mühim. Öte yandan spor hekimliğinin ilk iki yılı zaten TTB merkez konseyinde olduğum zamana denk geldi, o gerçekten yoğun yorucu bir işti, yoğunmuş gibi yapmama gerek fazla olmadı.  Sonra büyüdüm, baktım benden sonra başlayan bir sürü arkadaş var bölümde, bıraktım kolumu bacağımı morartarak kapılara koridorlara çarpmayı kendimi, paşalar gibi gittim oturdum masama (evet masam var) . İhtiyacınız olursa ben buradayım, dedim. Makale okuyacaksan oku, ders hazırlayacaksan hazırla… Mis, çiçek… Sonra kurtlandım, Hacettepe bana olanak sağlamış, asistanlığında yurtdışına git, maaşın benden demiş, ben neden gitmiyorum? Gideyim. Yazdım çizdim, ayarladım burayı. Geldiğim yer hastane değil, burada doktorluk yapmıyorum. Spor bilimleri fakültesi’ndeyim burada, egzersiz fizyolojisi ekibiyle çalışıyorum. Yani o 15 hasta da yok. Gelsin “Solitaire” dolu günler... Nah gelir! Gelmedi.

Nasıl çalışıyoruz anlatmaya çalışayım. Sabah geliyoruz, Evelyn bacım da geliyor. Ceketini çıkarırken soruyor, “Kahve içmek isteyen tuvalete gitmek isteyen var mı?”, sonra zaman olmayacak çünkü. Saatlerimizi ayarlıyoruz, aman yarebbi, dayak yer gibi, oradan oraya, saat 5 olana kadar oturmadan çalışıyoruz. Diyelim ki iki işimizin arasında yedi (sayıyla 7) dakika vakit var. Yani 2 buçukta işimiz var, saat 2’yi 23 geçiyor. Bana diyor ki, hazır vakit varken şunu yapalım arada. Hazır vakit yok ki Evelyn. 7 dakika var sadece, ona da pek vakit denemez. Ya ben yirmi dakika olsun yine de yeni işe başlamam. Yirmi dakikada yeni işi düşünmeye başlayabilirim, ama belki ona bile üşenirim, ertesi güne bırakırım. Yemin ederim aynen böyle çalışıyoruz, imanım gevriyor. E ben zaten şu daha önce bahsettiğim excelle boğuşuyorum ayrıca, evde gecenin körüne kadar onları yapıyorum. Ne azalıyor, ne bitiyor allahın belası. Sadece hafta içi de değil, hamdolsun her gün çalışıyoruz. İlk defa bu hafta sonu işe gitmedim, onun dışında hafta sonları da gerekiyor, gidiyoruz. 

Öğle arası mesela hastanede benim için dev organizasyondur. Bizim Hacettepe’de 12-13.30 arası öğle yemeği zamanıdır. Saat 11 olunca ben huzursuzlanmaya başlarım. Ne yiyeceğiz, nereye gideceğiz… Halbuki ben yanımda getiriyorum genelde yemeğimi. Saklama kabımda mercimek yemeğimi alıp gidip nerede yesem, derdim de bu. Yiyip gelince de tantana bitmiyor ki. Bu sefer ikinci bir tur huzursuzlanma: Bir Türk kahvesi olsa da içsek... Burada rüyamda görürüm. Bir güzel şey, burada hoca dahil herkes yanında yemek getiriyor. Ben göze batmıyorum. Saklama kabını alan mikrodalganın başında sıraya geçiyor. Yemeğini ısıtan 15 dakikada yiyor, yallah işinin başına. "Hani bana sade Türk kahvesi lan" diye ağlayarak bağıracağım bir gün!

Ben buraya zaten dört aylığına, ilim irfan öğrenmeye geldim. Gezeceğime, yatacağıma çalışırım canıma minnet. Ne kadar çok şey öğrenirsem, tecrübe edersem
yanıma kar. E ama Evelyn ne olacak? Bu kadar çok çalışınca sanıyorsunuz ki burada yeri sağlamdır. Yok öyle bir sağlamlık, rahatlık. Burada akademisyenler sözleşmeli çalışıyor. Evelyn üç yıldır, altı aylık sözleşmelerle çalışıyor. Bu sene artık araştırma bütçesi suyunu çekince Evelyn’in sözleşme de yenilenememiş. Ocak sonunda benimle birlikte o da yolcu. İki arka masamda Andrew var, araştırmacı değil o, ders anlatıyor sadece, onun da ocakta sözleşme doluyor. Başka üniversitede iş bulamazsa bulana kadar işsiz gezecek. Başka üniversitede iş bulmak da kolay değil çünkü burası yabancıların kolay kabul gördüğü bir memleket olduğu için tüm dünyadan herkes deli gibi başvuruyor. Rekabet almış başını yürümüş, çıta Allahuekber dağına çıkmış. Ne anladım ben on beş dakikalık öğle aralarından, cumartesi günleri işe gelmekten? Benim anladığım burası da maalesef cennet değil. Cennetse bile yolları taşlı. Ya da cennette işsizlik maaşıyla yaşamak da olası. Tesadüf geçenlerde şu yazıya denk geldim, tam da Avustralya’dan olay: http://sendika12.org/2016/10/parca-basina-calisan-akademisyen-john-nicin-intihar-etti-george-morgan/

Ortalık fena, kendinize iyi bakın, dikkatli olun. Çokça sevgiler.

Evelyn (yanımdaki) bacım da artık yeter dedi ve şehre vurduk kendimizi,
başka kadınlar çikolatalı kremalı şeyler içebilir
 bir veganın en esaslı içeceği her daim smoothie. 


5 Kasım 2016 Cumartesi

Avustralya solcusu neye benzer?

Onların da ağzı burnu var, onlar da Marx Lenin biliyor. Konu buraya nereden geldi anlatayım:

Cennet vatan Avustralya’da solcular neyi kendine dert edinir ne yapar merak içindeydim. Geçen gün tren istasyonunda sosyalist bir partinin standı vardı. Tanışmaya konuşmaya yanlarına gittim. Mecliste vekilleri olduğunu öğrendim, bu cumartesi sığınmacılarla ilgili yürüyüş olduğunu öğrendim, başka bir şey öğrenemedim. Çünkü o kadar hevesli ki kadın bana Ortadoğu ile ilgili bildiklerini anlatmaya, konuyu Avustralya’ya getiremiyorum. Hoyava diye bir yer anlatıyor, takip ediyoruz diyor, kadınlar diyor. Allah allah neresi acaba, Hoyava, Hoyava… Yok bilmiyorum. Çaktırmıyorum da kadına. “Evet” diyorum “tabi Hoyava, kışın güzel olur çok.” Bak diyor rozetlerimiz bile var: Rojava rozeti. Yahu senin işin mi yok, sen 15000 km uzaktaki Rojava’yı nerden duydun Avustralya solcusu? Biz daha sizin başkentinizi bilemiyoruz. (Kopya vereyim, Sydney değil.) Sonra başladı bana Erdoğan anlatmaya. Saray yaptı, başkanlık istiyor, biliyoruz hepsini. Neticede bir bok öğrenemedim kadından, kalktım bahsettiği yürüyüşe geldim.

"Sığınmacı çocukların alıkonmasına karşı anneanneler"
Çiçek gibi yer burası, 4 haftada ben de teletabi gibi oldum, hakkını yemeyeyim güzelim memleketin. Ama sorarsanız hiç mi yamuğu yok diye, valla Aborjin meselesi var tabi, bir de bu sığınmacı kamplarını öğrendim yeni. Dahasını da öğrendikçe yazarım, siz de rahat rahat buraları boklayıp içinizi serinletebilirsiniz. Avustralya’nın kuzeyinde iki küçük ada var: Manus ve Nauru. Bu adalar Avustralya için birer sığınmacı hapishanesi. Suriyeli sığınmacıların az bir kısmı Asya üzerinden kaçak yollarla botlara binip Avustralya’ya gelmeye çalışıyor. Başka ülkelerden de kaçıp gelenler var tabi. Çokça insanın bu tehlikeli yolculukta öldüğü söyleniyor, sayı bilemiyorum. Ölmez de kalırlarsa ve bir şekilde kıyıya çıkmayı başarırlarsa bu sığınmacılar tam kurtuldum derken Avustralya hükümetinin eline geçiyor; Manus ve Nauru’daki kamplara alınıyorlar. Kamplara giriş var çıkış yok. Koşulların oldukça kötü olduğundan bahsediliyor. Tecavüzler, basit hastalıklardan ölenler, sıtma… Yaklaşık 2000 tane hapis tutulan, ülkeye sokulmayan sığınmacı var. Uluslararası Af Örgütü bu kampların varlığını işkence kapsamında değerlendiriyor. Merak eden olursa buradan bakabilirsiniz: https://www.amnesty.org.au/island-of-despair-nauru-refugee-report-2016/ . Ben uzatmayayım. Neticede Avustralya kaçak yollarla gelmeye çalışan sığınmacılara pek de öyle “minnoş”, pek de “teletabi” davranmıyor anlayacağınız. Dün de burada “sığınmacıları ülkeye alalım” talebiyle yapılan bir yürüyüş vardı.



Buranın pek cafcaflı bir siyaseti yok, ben de pek okumadım açıkçası meclislerinde hangi partiler var, kim yönetiyor vs. Avustralyalı arkadaşların anlattığı kadarıyla biliyorum. Dolayısıyla yazının geri kalanını okumaya devam ederseniz insanların kaşından gözünden bahsettiğim yüzeysel eylem izlenimlerimi bulacaksınız. Şimdiden uyarayım.



Milli kütüphane önünde buluşuldu, söylendiği saatte başlandı. Burada bütün kültür sanat etkinliklerine, spor müsabakalarına şöyle bir cümle ile başlanıyor: “I acknowledge the Aboriginal owners of the land on which we meet, and pay my respect to their Elders past and present, and also to all Aboriginal and Torres Strait Islander Peoples here today.” Bu cümle şu manaya geliyor: “Biz geldiğimizde burada Aborjinler vardı, biz canlarına okuduk, farkındayız, çok pardon.”  Daha önce konserlerde, panellerde duymuştum bu cümleyi (evet konserlere, panellere gidiyorum, ne sandınız), yine bu cümle ile açıldı kürsü. İki bin kişi civarında insan vardı eylemde. İlk dikkatimi çeken kadın sayısıydı. Çok çok kadın, daha az erkek vardı. Öğrenci yaşlarında neredeyse kimse yoktu.  İşinde gücünde kocaman insanlar hep. Yaş ortalaması yüksekti yani. Gerçi çok kalabalık gelen bir “Sığınmacı Çocukların Alıkonmasına Karşı Anneanneler” grubu vardı, onlar direk ortalamayı yukarı çekti. Anneanneler örgütlenmiş, mor eşofman takımları çekmiş altlarına, başka memleketlerin sahipsiz çocuklarına sahip çıkmaya gelmişler. Baya da kalabalık gelmişler. 

anneannelerin hastası oldum. hep onlarla yürüdüm.
pamuk solcu nenelerim. kadınları çok seviyorum. 

Burada yaşayan çok fazla göçmen olmasına rağmen eylemde hep peynir beyazı Avustralyalılar vardı. Sokakta yürürken göreceğiniz Avustralyalı-göçmen oranı buraya yansımamış pek. Yani buradaki göçmen nüfus pek de sallamamış kamplardaki insanların halini. İsterseniz insan evladı çiğ süt emmiş diyin, isterseniz göçmenler kendini bu memlekette söz sahibi hissetmiyor, hükümetin yapıp ettiğinden de sorumlu hissetmiyor diyin, ben hangisi daha doğru olur kararsız kaldım. 

"onların evi burası, onları evlerine getirin"
İnsanlar eyleme köpekleriyle çocuklarıyla gelmiş,  herkes kendi dövizini hazırlamış. Biri köpeğine döviz giydirmiş. Samimi ve yaratıcıydı bence insanların dövizleri. 50’den az polis görevliydi. Özellikle etrafı gezdim, baktım, aradım taradım, zira aramadan polis bulmak zor. 4-5 tane farklı sosyalist örgüt vardı, ne farkları olduğunu bilemedim tabi uzaktan. Şimdi bana benim memleketi anlatacaklar diye gidip tanışasım da gelmedi hiç. Aman ne farkları olacak, bizim ne farklarımız varsa aynısıdır bence. Şimdi hangisi necidir bilemediğim için yamuğa gelmeyeyim diye gittim anneannelerle yürüdüm ben. Acaba anneannelerin kortejinde yürüyorum diye mi bilmiyorum, slogan atmak denen şey neredeyse hiç yok. Biraz gençlerin yanına doğru ilerledim kortejde. Megafonlu kadının sloganına eşlik edeyim dedim, ses fazla gür, yumruk fazla sıkılı kaçmış olacak, bir iki bakış yedim, “Kusura bakmayın Ortadoğu solcusuyum” dedim, “fabrikalar tarlalar” sesimi kısıp izleyici konumuma geri döndüm. Öyle mırıl mırıl slogan mı atılır, biz öyle görmedik. Ama sonra düşündüm, bizim kültürümüz gür, gürültülü, yüksek sesli. Bunların adabı farklı. Zaten bunlarda öyle çok da bir kavga hali de yok. Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama bizim sloganlar adam döver gibidir, bunlarınki daha bir rakınrol. Bana sorsanız bizimki daha iyi.

bakın polis. ACAB derken "bu adam hariç" deyin. 

"kardeşlerimizi
buraya getirin"
Burada da konuşmalar uzun ve sıkıcıydı. Belki de ben sıkılıyorumdur, eyleme katılanlar ilgiyle dikkatle dinlediler çünkü başından sonuna kadar. Suriyeli bir kadın sanatçı getirmişler ona söz verdiler, kadın da IŞİD’den çok Esad’a giydirdi. IŞİD gelir gider diyor, bizim derdimiz Esad diyor, çok baskıcı diyor. Nah gider IŞİD, el kadar çocuklara kafa kestiriyorlar, pazarda kadın satıyorlar lan, sen ne anlatıyorsun. Diyemedim tabi, sessizce dinledim. Buranın solcusu çok özgüvenli geldi bana, kazandıkları şeyleri vurguluyorlar hep, neşeliler, en büyük dertleri işte dünyanın sorunlarına duyarsız kalıyor olmak, kendi sorunları pek olmayınca... Darbe görmemişler, dayak yememişler, onlar neşeli olmasın biz mi neşeli olalım. Başka da çok çok farklı bir şey yoktu bence. Kortejler, megafonlar, trafiği durdurmalar, birkaç tane polis...
Ha bir de bildirileri renkli çıktı almışlar, zengin memleket zaar.







bandonun maşallahı vardı, ellerine, ayaklarına, ağızlarına sağlık.
ingilizce "eline sağlık" nasıl deniyor bilemiyorum,
demek istiyorum, içim şişiyor. bilen varsa yardım etsin. 




31 Ekim 2016 Pazartesi

Melbourne'lüye her gün bayram

Geçen sabah uyandım, haberlere bakarken ihraç edilen akademisyenler listesini görüp indirdim. CTRL+F, “İsim Soyisim”. Sonuç bulunamadı. İki isimli insanın adı her listede yanlış yazılır, sadece soyisim ile de bakalım, garanti olsun. Yine sonuç bulunamadı. Hah, hala dönünce işim var. Listeyi taradım, tanıdıklar var. Fettullah’la  filan tabi ki alakaları yok. Biliyorsunuz işte, anlatmaya gerek yok.

Rektör seçimleri göstermelik oluyor, birinci seçilen atanmıyor diye mızırdanırken biz, mesele toptan çözülmüş, “ne seçimi lan, nah seçersiniz rektör” uygulaması gelmiş. Biz nerdee, sen nerdee… Aramızda yüzyıllar var, biz ondan seninle anlaşamıyoruz.

nostalji için lise yıllarımdan foto koymak isterdim ama
o kadar çirkin ki o fotolar, yapamam.

O arada benim güzel lisemin, Atatürk Lisesi’nin en güzel öğretmenleri proje okulu dalgasına alınmış. Güzelim okul ruhunu, tarihini yitirmiş. Orhan Veli’nin okulu diye övündüğümüz okul, şimdi kim bilir ne dümbeleklerin okulu diye anılacak. Memleketten çok liseme üzüldüm desem yeridir, biricik okulumuzdu, dünya kadar mezunu vardı, bir araya gelip de okulumuza sahip çıkamadık, bir Hababam kadar olamadık, bütün suç bizimdir.

Derken hop, Cumhuriyet gazetesi baskını... Sonra arkadaşım bir haber gönderdi, nesli tükenen bir kızıl geyiği avlamış AKP'li bir iş adamı, o hayvanı koruması gereken memurla birlikte bir de fotoğraf çekmişler. Ya sen ne yapacaksın geyiği? Çok mu lazımdı sana geyik?  Türkiye’deki haberleri okumak bile yetiyor insanın nefesini daraltmaya. Uzaktan daha korkunç görülüyor biliyor musunuz? İçindeyken insan bir analiz kastırıyor, bir basın açıklamasına gidiyor derken yaşanır hale geliyor o cehennem. Biraz uzaktan bakınca işin renginin ne kadar boka çaldığı daha iyi belli oluyor.

"12 bin lira verdim, avlayamasaydım param yanacaktı" demiş. Yasak lan yasak! 
Ama diyebilir çünkü vicdansızlık, arsızlık, usulsüzlük iktidarda. Niye diyemesin.  
12 bin lira. Kolay mı. Az mı. 12 bin. öldürür, ıstırır, yalar bile. 

En sevdiğim bayram 1 Mayıs, sonra da 29 Ekim. 23 Nisan, 30 Ağustos filan biraz tırt gibi ama 29 Ekim çok kral gün. Bu sene 29 Ekim’de timeline hiç coşmadığı kadar coştu. Herkes yardırdı adeta cumhuriyet diye, ölünce kıymete binen ünlüler gibi oldu canım cumhuriyet. Tarık Akan gibi cumhuriyet. E Türkiye’nin bayramı var da Avustralya’nın yok mu? Tabi ki var! Bugün burada resmi tatil çünkü bir nevi bayram. Ne bayramı? Beygir bayramı. Evet çünkü başka bir gezegendeyim ben, bunu artık anlayın. Kimi arkadaşlar inanmayacaklar, “Melbourne Cup” diye araştırsınlar buyursunlar. 1861'den beri düzenlenen ünlü bir at yarışı bu.

1886 tarihli bu resimde ressam carl kahler bize ne anlatyıor?
 yeni delirmemişler yani, eskiden beri manyaklar. 

o kılıkla beygire mi gidilir? 
1 Kasım'da her yer kapalı, mesela ben bugün işe gitmedim çünkü üniversite de kapalı. Biletini alan at yarışı izlemeye gidiyor. Ama o kadar kolay değil. Kıyafetler şıkır şıkır olacak, yoksa hipodroma giremezsiniz. Metrolarda, sokaklarda her yerde “bilinçli kumar oynama” uyarıları var. Bir yandan at yarışı için okul tatil edip diğer yandan halk içip içip ailenin rızkını beygire yatırmasın diye önlem alıyorlar. Ben artık güzel kafamı yorup da anlamaya çalışamayacağım. Zaten at yarışı da iğrenç bir şey. Her keyfimiz hayvanlara ayrı zulüm, hırsımdan bağıracağım. Biraz hayvanlar için, biraz lisem, biraz da kaybettiğimiz her şey için. Hayallerimizi aldınız, yazıktır.


benim memleket adeta bir pakistan olmak yolunda, burada dünyanın en saçma bayramı...
şu hallere şu davranışlara bakın hele. aklıma mukayet olamıyorum. 
bari  #imamhatiplerkapatılsın


Not: Bu arada, buraya yerleşmek niyetindeki arkadaşlarım, vallahi kusura bakmayın hala fırsat bulup araştıramadım. Araştırıp yazacağım, sözüm söz. 






28 Ekim 2016 Cuma

Temiz güzel gıybet var, hem de ibretlik.


Umarım hepinizin keyifler bal şekerdir. Ben iyiyim çok şükür. Bu hafta okulda elime iş değdi artık. Onu izle, buna dokunmadan bak, yancı gibi iki hafta geçirdim. Baktım ben böyle sıkılacağım, kendime uğraş bulmaya karar verdim. Birkaç kere yanımda bakmaları gereken ama vakit bulamadıkları için bakmadıkları verilerden bahsetmişti hoca ve Evelyn (Brezilyalı postdoc abla, hani beni buraya yerleştirme planları yapan). Bu hafta Evelyn’e dedim ki, “Sen bana bir saat ayır anlat şunları, ben bir bakayım. Beceremezsem en fazla bir saatin boşa gitmiş olur,  becerirsem yükün azalır.” “Ya vallahi çok zor, nasıl olacak” filan dedi, ısrar etmedim. Sonra bir daha bahsi açıldı, “Gel dedim inat etme anlat, benim kafam zehir gibi, yaparım ben.” İkna oldu, oturduk baktık. Şimdi durumun vehametini size şöyle anlatmak istiyorum. 2014 yılından beri her 10 saniyede bir kayıt alan 14 cihaz düşünün, bu cihazların kaydettiği verinin başını sonunu hayal etmeye çalışın. İşte açmaya korktuğum şemsiyenin boyutu genişliği böyle bir şey. İki tane mühendis abimiz sıçanların spontan aktivitelerini kaydetmek için tasarlamışlar bu aletleri. Elleri dert görmesin ama ben çok büyük sıçtım. (Bir küçük ara verip öğretmenlik doktorluk abartılıyor, bence mühendislik kutsal meslektir, bunu belirtmek isterim. Hepinize saygılar.)  Neyse anlattı Evelyn ne yapmam gerektiğini, “Bak çok zor bu, yapmak istediğine emin misin?” diye tekrar sordu. Yani şöyle bir cevap ben düşünemiyorum ki: “Aa çok zormuş hakikaten Evelyn, yapmayayım ben vazgeçtim.” Yani buraya gelmişsin çalışmaya, iki işin ucundan tutmaya. “Aman bu da pek kastı” deyip kolayından iş mi seçeyim? Yaparım dedim, ayıpsın dedim. Bugün bu işle uğraştığım ikinci günüm. Başım gözüm kararıyor, gözümün önü matrix oldu, cin çarpmıştan beter oldum. Hesaplarıma göre en az bir ayı var bunun bitmesinin.
aha verinin bana gelişi bu. ekmek cinyıs'ın elinde abiler ablalar.
Excel de Allahın belası lanet bir programmış. Word’ü de sevmem zaten. Diyemiyorum ki, ben bunları powerpoint’te yapayım, o programa elim alışık. Komik köpekler filan koyarım sağına soluna, başlıklar döne döne gelir, yana söne çıkar, tatlı olur.  Neyse dün verilerin haritası gibi bir şey çıkardım, onu gönderdim, alkış kıyamet bir sürü aferinler aldım. Çok ahım şahım bir şey yaptığımdan değil, bence buranın tarzı bu. Bir şey yapınca aferin diyorlar. Bizde sıçarsan “sıçtın çık” denir, iyi yaparsan “yapacak tabi maaşını alıyor” denir. Yani benim tecrübelerim daha çok o yönde. Ama Hacettepe Spor Hekimliği’ni tenzih etmek isterim. Yaptığımız iki kalem işte birbirimize bol keseden “eline sağlık”lar, “teşekkürler”, “asıl ben teşekkür ederim”ler bizim bölümde de havada uçuşur, o da bizim güzelliğimiz.

bakın ben ekran görüntüsü alıp buraya koyamadığı için ekranın fotoğrafını çekmiş insanım.
excel beni yer, beni harcar. 

Neyse beynimin içinde bir yandan sayılar pır döndüğü için lafı toparlayıp da gıybetli hususa gelemedim. Ben daha bu verilere dalmadan önce, hala gözümün feri yerindeyken, günlerden bir gün çalışmaların buraya kadarki sonuçlarını konuşmak için Evelyn’in evinde toplandık. Neden evde toplandınız diye soracak olursanız, Evelyn’in on aylık bebeği var, o yüzden yarı zamanlı çalışıyor. Pazartesi salı işe gelmiyor, biz salı günü onun evine gittik, bebek sevip çalışmaları konuştuk. Biz dediğim, ben, hoca, bir de Alman bir kız. Evelyn dedi ki hocaya, şimdi geldiğimiz noktaya geçmeden önce sen kızlara işin başını bir anlat ki damdan düşer gibi olmasın. Hoca başladı anlatmaya, Evelyn araya girdi “çüşş” dedi, “çok başa sardın bu sefer de, bari hayat hikayeni anlatsaydın!” Anam bizim hoca muhabbet çok seviyor, “olur” dedi. Bize, yalanım varsa şurdan şuraya sevişmek nasip olmasın*, en az bir saat hayat hikayesini anlattı. Baya özel geldi bana anlattığı şeyler, o yüzden acaba bloga yazmasam mı diye düşündüm. Ama tanımıyorsunuz ne de olsa, anonim bir hayat hikayesi gibi bilmenizden bir şey olmaz dedim sonra. Siz yine de orda burda çok anlatmayın, ayıp olmasın. Başlıyorum.

..............BLOGUMUZ BU AŞAMADA TEKRAR DÜŞÜNÜP KENDİNİ SANSÜRLEME KARARI ALDI. ANNEM DE KIZDI ZATEN. AZCIK EMPATİ YAP DEDİ. ADAMIN İÇDONUNA KADAR YAZMIŞSIN, UMARIM İZİN ALMIŞSINDIR DEDİ. YÜZÜM KIZARDI. KUSURA BAKMAYIN ARTIK. ZATEN NE YAPACAKSINIZ BİZİM HOCANIN HAYAT HİKAYESİNİ? .......................

İşte hoca bize bunları anlattı pembe dizi tadında, sonra yemek yedik, azcık işimize baktık, sonra da dağıldık tatlı tatlı. Okuduğunuz için teşekkür eder, herkese mutlu hafta sonları dilerim. 


* saygıyla anıyoruz.