17 Nisan 2019 Çarşamba

En kötü huyum mükemmeliyetçiliğim...

Tabi bir de dürüstlüğüm ve herkesi kendim gibi sanmam. Hangimizin en kötü üç huyu bu harika şeyler değil ki? Şimdi bunlar arasında mükemmeliyetçilik çok yanlış tanınıyor. Ben size doğru tanıtmaya çalışacağım.

Öncelikle mükemmeliyetçi olmak demek her şeyi mükemmel yapmak demek değildir, obsesif olmayı da asla gerektirmez. İşlerinizi başkalarından daha iyi yaptığınız anlamına filan gelmez. Bu bir beklenti meselesi. Benim kendimden beklentim herhangi bir görevi, herhangi verili bir durumda mükemmel bir şekilde icra etmem. (Bu kendini beğenmişlik ya da kibir de değil, yanlış anlayacaksınız gibime geliyor endişeleniyorum. Ve elbette ben bir şey anlatıyorsam mükemmel anlatmam lazım, sıkıntılanıyorum, hadi bi dikkatinizi toplayıp güzelce okuyun da halledelim şu yazıyı.)

Ben demiyorum ki bugüne kadar ne yaptımsa mükemmel yaptım. Oldukça acıklı bir şey söylüyorum aslında, mükemmel yapamadığım hiçbir şeyden doğru düzgün bir keyif alamadım. Yaniii… evet hiçbir şeyden! Bu mükemmeliyetçilik belasını havalı bir şey gibi göstermeye çalışan sevimsiz plaza çalışanları, umarım bunun ne büyük bir ızdırap olduğunu biliyordur. Mükemmeliyetçilik “olduğu kadar, olamadığı kader” diyemeyip, “inşallah tez zamanda ölürüm de kurtulurum bu beceriksiz hayattan” demektir. Hayatta tat tuz bırakmayan bir parazit, zevk emikleyen bir kenedir.

Şimdi ben afedersiniz bok varmış gibi, gidip bir de “amaaan olduğu kadar” demenin pek hoş olmadığı bir meslek seçtim. “Canımdan kıymetli mi ayol” dediğin şey tutup da başkasının canı olunca işler biraz karışıyor. Acil serviste tek doktor olarak çalıştığım pratisyen mecburisi anılarım da bu sebeple korkunçtur. Hakkını helal etmemek için tek şansın var deseler, yeni mezunken beni 24 saat tek başıma acilde ve tüm hastanede sorumlu hekim olarak bırakan dönemin sağlık bakanı recep akdağ’ı söylerim. (Bu hak hellallemeler filan hep Konya’dan bulaşıyor bana, hatırlatın da size hapşurunca çok yaşa yerine denilen islami sözleri de öğreteyim, siz de kültürlenin.)

Ama her şey doktorluk kadar ciddi değil, önemli değil, gergin değil. Mesela ben şarkı söylemeye başladım.  Amatör bir koroda, amatör bir korist olarak. Koronun düzenini anlamam birkaç hafta aldı, ve mükemmel bir kişi olarak kendiliğimden kavramam gerekirdi diye düşünüp kimseye “ya burada işler nasıl yürüyor” diye soramadım. Anladığım düzen de şu: Her hafta birkaç korist çalışmanın sonunda hazırladıkları bir şarkıyı solo söylüyorlar. Bu aslında konserde yapılacak sololar için de bir deneme. Hoca da teşvik ediyor, herkes en az bir kez denesin diye. Ben haftalarca her Salı çalışma çıkışında “ertesi hafta kesin ben de söyleyeceğim” diye karar verip, sonraki çalışmadan bir gün önce istisnasız ishal oldum, aşırı heyecanlandım ve söyleyemedim. Bu arada ona yakın şarkı çalıştım.
canımlar. 
Komşularım benim bu hazırlık sürecimde perişan oldular, yüzüm tutsa bir kek yapıp kapılarını çalacağım, affedin, psikolojik sıkıntılarım var diyeceğim. Annem, Neyir ablam, erkek arkadaşım her koro çıkışında bir sonraki hafta için kararlılığıma ve gazıma, bir sonraki çalışma yaklaştığında da pısıp yerime oturuşuma defalarca şahit oldu. Annem bir ara Konya’ya gelmeyi bile teklif etti. Mesela bir şarkı çalışıyorum, anne diyorum dinlediğim kadınınki kadar iyi olmuyor, dinlediğim kadın dediğim de illa ki bir TRT sanatçısı, annem on saat dil döküyor “yavrum sen TRT sanatçısıyla niye kıyaslıyorsun kendini, sen bildiğin kadar söyle”, hmm mmm filan diyorum ama, hiç aklıma yatmıyor bu iş. Bir hafta daha erteliyorum solo söylemeyi. Bu arada korodaki diğer kişilerle azar azar tanışmaya başlıyorum, onların kibar teşvikleri benim sırtımda üç ton yüke dönüşüyor. Üstüme fil oturuyor biri solo deyince, "solonuza sıçayım" diye bağırmak istiyorum. Bazı haftalar bu solo söyelemek isteyen var mı seansından kaçamayacağımı düşünüp çalışmaya hepten gitmiyorum. Ya hiç otuz yaşını geçmiş kadın davranışları mı bunlar, hiç yakışıyor mu, ama yok işte engel olamıyorum kendime. Çünkü “aman kötü söyleyeyim ne var” diyemiyorum, yapamıyorum, ızdırap içindeyim. Haftalarca süren bu kısır döngüyü korodan çok sevdiğim çok tatlı bir kadının “yahu ne var burası aile gibi, hepimiz söylerken hata yapıyoruz” demesiyle kırmaya karar verdim. O ailenin gerçekten bir parçası olmak için kusurlarımla kendimi ortaya koymayı göze almam gerektiğini düşündüm. Sonunda bir şarkıda karar kıldım, komşulara hayatın anlamını sorgulatana kadar çok kereler şarkımı söyledim de söyledim, iş yerinde, evde, arabada, duşta, sporda, söyledim de söyledim. Bence sonunda oldu. Koro çalışması zamanı geldi. Tamam dedim, oldu zaten, artık heyecanlanacak bir şey yok. Çalışmanın sonunda hocayla göz göze geldik, evet dedim benim şarkım var, çıktım ve allah belamı versin o kadar kötü söyledim ki! Sanki benim kulaklarım kulak değil, sanki benim ses telim tel değil, sanki ben ben değilim. Şarkı bir şekilde ağzımdan dökülüyor ama şerefsiz sanki bana düşman.
Üstat Eminem sanırsınız benim solomu anlatmış (ama kusmuk hariç):
His palms are sweaty, knees weak, arms are heavy
There's vomit on his sweater already, mom's spaghetti
He's nervous, but on the surface he looks calm and ready
Sanki ben utançtan öleyim diye yeni nesil bir biyolojik silah olarak bestelenmiş yavşak. O evdeki duştaki arabadaki havamdan eser kalmadı, dizim titriyor, görüntü bulanıklaştı. Yani biraz daha fazla utanmam için ya kusmam ya işemem kaldı orda. Güftesine tükürdüğümün şarkısı sonunda bitti, sazlara gerçekten minnettar bi şekilde teşekkür ettim çünkü onlara acı verdiğimi düşündüm bu birkaç dakika boyunca. İnsanlar biraz alkışladı, çünkü adetimiz o, soloyu alkışlıyoruz sıçıp batırsa da. Sonra şöyle bir şey oldu: O çalışmanın kalan süresi boyunca kimse benimle göz teması kurmadı. Bir anda yok oldum sanki. Okulda bize anlatmışlardı, doktorlar artık öleceği kesinleşen hastaların odasına daha az gitmeye başlıyormuş. Dedim herhalde öleceğim, başka bir açıklaması olamaz, o yüzden artık bakamıyorlar yüzüme. Bir süre sonra (bence birkaç yıl) yanımda oturan arkadaşım eğilip şöyle dedi: “Senin de sesin değişikmiş.” Dudak kenarlarımı sanki iki yandan vinçle yukarı çekiyorlarmış ama yine de oynamıyormuş gibi, öyle zor, öyle zoraki biraz gülümsedim. Sonra kara kara düşünmeye başladım, ben bir daha bu koroya nasıl geleceğim, insanların yüzüne nasıl bakacağım, nasıl utanmadan ağzımı açıp o ağızdan çeşitli sesler çıkmasına izin vereceğim? Ve aklıma o muhteşem karikatür geldi: “BEYLE”.
Hepinize “beyle” tatlı aydınlanmalar dilerim.
 Canı yürekten diliyorum bunu, çünkü çeken bilir. 
Yani diyeceksiniz ki, böyle dandik aydınlanma mı olur? Arkadaşlar ben mükemmeliyetçiyim benim aydınlanmam bile bu kadar oldu, siz de fazla zorlamayın isterseniz. “Beyle” yapın işlerinizi, olduğu kadarıyla… Sonraki hafta kuş gibi hafif, karga gibi bet sesle gittim. Oh be dedim, duydunuz işte bendeki ses bu, kulak bu, durum bu, kovacak mısınız, yok kovmuyorsunuz, iyi ben o zaman şuraya oturup şarkı söyleyeceğim. Afedersiniz safiye ayla ayarını tutturamıyorum bazen, o da benim kusurum oluversin. Sırtımdaki üç tonluk yük kalktı, keyifli olması gereken şeylerin belki de gerçekten keyifli olabileceğine dair bir umut ışığı tünelin ucunda belirdi. 

Demem o ki, amatör bir koroda pek muhteşem olmayan bir şekilde şarkı söylüyorum, geçen hafta kusurlarla dolu ama yine de fena olmayan bir konserimiz vardı. Seneye hepinizi bekleriz.
  
BONUS: İslami usul hapşurma diyaloğu: Hapşuran kişi öncelikle elhamdülillah diyor. Burası önemli çünkü hapşuruktan sonra hemen kendinizi toplayıp elhamdülillah demezseniz birisi o arada size çok yaşa diyerek bütün ritüeli bozabilir. Arkadaşımız hapşurdu ve kendisi elhamdülillah dedi, biz ona yerhamükallah diyoruz. O da bunun altında kalacak değil, görüyor ve yükseltiyor: Yehdina ve yehdikumullah. Burada biz artık susuyoruz, acaba birbirimize neler dedik diye düşünüyoruz. O sırada arkadaşımız bahar alerjisinden dolayı bir daha hapşuruyor, ödümüz kopuyor bu ritüeli baştan alıcaz diye, elimizi arkadaşımızın dudaklarına götürüyoruz, konuşmasına izin vermiyoruz, usulca eğilip kulağına fısıldıyoruz “bir kelime dahi etme, neden biliyor musun, çünkü inanırım.” Ama siz yine bildiğimiz gibi hapşurunca çok yaşayın, ben de göreyim, neden biliyor musunuz, yoksa deliricem de ondan.



24 Aralık 2018 Pazartesi

Her bütçeye uygun anı itinayla biriktirilir.

Yirmili yaşlarımda yeşil pasaportun bana verdiği yetkiye dayanarak ve ağzı öpülesi Euro kurunun rahatlığıyla bayramda seyranda alır uçak biletimi bir Avrupa ülkesine giderdim, bazen annemle bazen arkadaşlarımla. Tabi ki bir tura yazılmanın utancını yaşayacağıma öleyim daha iyi, o zamanlar akıllı telefonlar da yok, Lonely Planet'ın kitaplarını alırdık, Prag kitabını misal; içinde önemli meydanları müzeleri içeren yürüyüş rotaları olurdu, güzel ve ucuz restoranlar yazardı, koca da şehir haritalarımız olurdu, o haritaları yere yaya yaya yolumuzu bulur, bir turistin görmesi gereken ve aslında bir tura yazılsak bizi güzelce gezdirecekleri o mekanlara binbir zorlukla kendimiz varırdık. Göğsümüzü gere gere hediyelik eşyacı dükkanlarına girer anahtarlıklar magnetler kupalar alır, hepsini bavulumuza ite kaka sığdırır memleketimize dönerdik. Turist olmak havalıydı o zamanlar.

Şimdi üstünden on yıl geçti, artık bir yere gidince turistik yerlere gitmek ve hatta turistik şeyler yapmak utanç kaynağı oldu. Kendi turist kıçımıza bakmadan mekanlara ya da etkinliklere "ıyy çok turistik, burası çok bozmuş." diyoruz. Artık bir yere gidince oralıymışız gibi davranmak için bir yerlerimizi yırtıyoruz. (Burada yaptığım otosansür anlamsız oldu, bir cümle önce zaten kıç yazmıştım.Ağzı çok bozuk demeyin diye burada böyle tercih ettim.) O yerin tarihinin sanatının en önemli eserlerinin sergilendiği müzelere gitmek yerine mesela izbe muhitlerdeki barlarda/kahvecilerde bir "local" gibi takılıp dönüyoruz. Local'larla sosyalleşip o şehrin "gerçek" dokusunu anlamaya çalışıyor, turistik ama belki de görmeye değer her şeyden öcü gibi kaçıyoruz. Daha yaşlı ve daha genç okurlar ne yapıyor bilmiyorum, bizim nesil böyle yapıyoruz bu aralar.

Çağımızın trendlerinin her daim köpeğiyim. Yoga denildi, yoga yaptım; organik denildi, saksıda domates başı bekledim; "strong is the new sexy" denildi, üşenmedim gittim halter kaldırdım. Bir youtube kanalım yok, bir de şu "güne kahvesiz başlayamama" trendine çook geç kaldım, senelerce dilim damağım nescafe ile filtre kahvenin tadını ayıramadı, bu ikisi için hepinizden çok özür diliyorum. Demem o ki, şimdi yabancı ülkelerde "local" gibi davranmaksa olayımız, kimse önümde durmasın, ben beş günlük seyahatimde herkesten çok Rio'lu olurum! (Tabi ki biz gerçek Rio'lular, Rio'da doğup büyüyenlere Rio'lu değil, Cariocas diyoruz. Siz anlayın diye Rio'lu yazdım.) Bir de güzide dönemimizin sloganı "anı biriktir" var, onu da boş geçmeyelim, para biriktiremeyeceği aşikar bir nesil olarak blog yazmak olsun, instagramı fotoğrafa doyurmak olsun çok şükür biriktiriyorum üç beş anı. İnşallah emekliliğimde bir işe yararlar.
fotoşop'un açamadığı kapı,
kanatlanıp uçamadığı yer mi var? 

Gelebildim sonunda konuya. Geçtiğimiz eylülde spor hekimliği kongresi için Rio'ya gittim. Gezimi planlarken tövbe estağfurullah bir şey gördüm: Şu ev/oda kiralama sitesi Airbnb var ya, boy boy renk renk "deneyim" satıyor. Yani oraya kadar gidip de alimallah anı biriktiremeden dönme felaketiyle başbaşa kalmayın diye hazır anılar bütçenize ve ilginize göre sıralanmış. Mesela Rio'nun yoksul mahallelerini (siz benim gibi yerlisi olmadığınız için bilemeyebilirsiniz, Rio'daki gecekondu muhitlerine artık favella demek ayıp, community yani topluluk diyoruz. Fakirliği bitirmemek ayıp değil ama fakir demek ayıp.) bir "local" ile gezme deneyimi, ya da Copacabana plajında sabaha karşı yoga deneyimi, veyahut bir Harley ile şehri turlama deneyimi. (Şu bahsettiğim yirmili yaşlarda bir yaz Berlin'de sürterken, biraz yıkıntı gibi bir binada henüz açılmamış bir serginin hazırlığını görmüştüm. İçeriyi gezerken bir sanatçı abi beni çağırıp sahneye çıkarmıştı. Projeksiyon cihazıyla uzaktan üstüme resim çizmişti, benim de öyle fotoğraflarımı çekip bana mail attı, üstüne de 10 Euro istemişti. Ne için demiştim 10 Euro, hiç masrafın olmadı, ayrıca ben senden bir şey istemedim. "Bu deneyim için" demişti. Sırtlana bak hele, çakala bak. Deneyim satmayı ot içmekten devreleri yanmış bu abi Airbnb'den on sene önce keşfetmiş demek ki.) Ne diyordum, boşuna demiyorum trendlerin köpeğiyim diye, AirBnb deneyimlerinden almaz olur muyum, iki tane aldım. Hala da garip geliyor para verip anı aldım. Tabi ki deneyimlerin ikisi de "just like the locals do", "places even the locals don't know of" gibi övgüler ile tanıtılmıştı. Farkındaysanız sürekli bir "local" referansı söz konusu, neredeyse yarışıyoruz, hatta inceden gıcığız oralılara. Ne münasebet ya, en çok biz Rio'luyuz! Neticede ben bu yarışta kantarın topuzunu fazla kaçırıp koskoca Rio'nun en bilinen, en merak edilen yerlerine gitmek yerine kıyısındaki köşesindeki dağlara tırmanıp, adı duyulmamış sahillerinde yüzdüm. Dev gibi bir İsa heykeli var orda hani, sor ona gittin mi, yok. Sugar loaf dağı var, uzaktan olsun gördün mü, hayır. Copacabana, Ipanema plajı? Onların önünden arabayla geçtik sadece, (yerlisi olduğum için arabalı arkadaşlarım var tabi ki.) ben şehir dışındaki daha bakir plajlarda yüzmeyi tercih ettim naçizane. E şehir merkezi, gece hayatı? Ağzını topla, onlar tam birer turist avcılığı!

Konya'dan yola çıkıp üç günde vardığım Rio'da koca şehri sanki gezip bitirmişim gibi gizli saklı köşelerini aradım, parasını verip satın aldığım deneyimler sayesinde alasını buldum da; oralıymışım gibi yapıp turistliğimi çaktırmadan iki dolanıp geldim. Bu arada satın aldığım deneyimler muhteşemdi, ikisinden de çok memnun kaldım, kötülüyorum sanmayın. Döner dönmez hemen airbnb'deki ilanlarına yorum olarak "Rio'ya gelip bunu yapmadan dönmeyin" yazdım ki bunu yapmadan dönenler "Rio deneyimlerini" eksik hissetsin.

Sonuç: Locals sıfır, Pelin bir!
Emeği geçen herkese teşekkürler.





Rio'da "pembe vagon" uygulaması var.
Zaten biraz akılsız bir memleket. Çok da şaşırmadım.  


İsa'ya YMCA yaptırmışlar, bu magneti boş bulunup almadım. Hala pişmanım. 





9 Temmuz 2018 Pazartesi

Hımıl-grad

Bizim neslin pek de şart değilken ve aslında pek de beceremezken binbir hevesle salça kurması, reçel kaynatması, örgüler örüp saksıda sebze yetiştirmesi furyasına kolay olanından katılarak domatesimi biberimi saksıya ektim, tarıma başladım.

Fide almak yerine yediğim domatesin biberin içindeki çekirdekleri filizlendirip ektim. Hepsi kocaman oldu ama ürün yok. Çiftçiler zaten rutin ağladığı için ve emekliler İsrail'den bahsettiğinde genelde yalan yanlış bilgiler saçtıkları için hibrid tohum haberlerini "bor madeni" haberleriyle aynı kefeye koyup okumamıştım, kendim kaybetmişim. Bu konudaki bilgisizliğim yüzünden evde boy boy hayırsız çalılarım olmuş oldu. Gelelim asıl soruya: Erişkin bir insan neden durup dururken saksıya domates eker? İzah edeyim. Konya'da "Çok seviyorum, bayılıyorum, Selçuklu'nun başkenti" arkaplanlı turist dönemimi tamamladım, şehir bana kendini inceden inceye göstermeye başladı. Şimdi dürüst olalım: Taşrada hayat kesat. Beni de gelmeden biraz yanlış yönlendirmişler, Konya'ya gideceğimi her duyan "oooo sen ortamı asıl Konya'da gör", "Konya'da evlerde hep neler neler" dedi, öyle acayip ortamlar filan denince ben sandım ki ev partilerinde erkek striptizciler itfaiyeci kılığında dans edecek, ayaklarıma şampanyalar dökülecek, sandım ki gizli bir Las Vegas'a geliyorum. Yok ben bildiğin Konya'dayım, düz Konya. Bahar geldi, yaz geldi ağaçlar çiçek açtı, sokaklar da bir cıvıl cıvıl oluverse ya, olmuyor. Konya'nın sokakları cıvıl cıvıl, kıpır kıpır olmuyor; hımıl hımıl, mızır mızır oluyor. (Umarım Tarkan blog'umu okuyordur, bir sonraki albümüne elimde güzel söz var, verebilirim.) Mesela şehirde ben geldiğimden beri bir Ebru Gündeş, bir Sibel Can konseri oldu. Sibel Can konseri içkisizdir diye özellikle duyuruldu. Yani çok afedersiniz ama Sibel Can mı kaldı, Ebru Gündeş mi kaldı? Demiyorum ki illa benim sevdiğim birileri gelsin ama mümkünse hala sağ olan birileri gelsin, bu ablalar ölmedi mi? Şehirde mütemadiyen çeşitli sebeplerle dua günleri, dini toplantılar düzenleniyor, ya ben zaten nereye geldiğimin farkındayım, bunlar olacak biliyorum ama numunelik bir tane de başka bir konuda bir etkinlik oluversin, ayda bir tanecik değişik bir şey, biri de ne bileyim saksıda domates yetiştirmekle ilgili bir etkinlik yapsın, yok "domates yetiştirmenin sünnetteki yeri" olabilir belki...  Sezar'ın hakkı Sezar'a, süpermarket camında bir tane edebiyat etkinliği duyurusuna da denk geldim, tahmin etmek zor olmasa gerek: Necip Fazıl ustaya vefa. 


allah saklasın olur mu olur. 
Velhasıl şehir böyle etkinliksiz olunca insan ilişkileri de bundan etkileniyor. Taşra hayatının bunaltıcılığını anlatan bütün o boğucu filmler önünde saygıyla eğiliyorum. Burada insan ilişkileri böyle döne döne kendi içine kapanan bir yapı gibi. Bilmiyorum ki anlatabiliyor muyum? Ya sonunda hep birlikte yok olacağız, ya da bir sabah bunlatıcı düşlerden uyandığımızda kendimizi yatağımızda yandaki görseldeki gibi bulacağız.

Neyse yani ben evde yaşıyorum artık çünkü sokakta bir şey yok, şehirde bir şey yok, ne yapayım ben sokakta? Bazen sokakta sarıklı cüppeli amcaların sayısına bakınca kendimi dönem dizisi setinde sanıyorum. Sarıklı dayıyla uçurtma şenliği mi yapsın belediye, olmuyor tabi. Zaten biliyorsunuz, etkinliğin doğru ismi şu olabilirdi: Uçurtma uçurmanın sünnetteki yeri. 

NASA son geliştirdiği teleskoplarla taşrada insan ilişkilerini görüntülemeyi başardı.
O parıltılar hep gıybet. 

Aaa bir saniye, sokakta da yaptığım bir şey var artık: Bisiklete biniyorum! Bunu arada anlatayım, sonra yine şikayete devam ederim. Düz ayak şehir diye babamın bisikletini aldım, ne zamandır doğru düzgün binmemiştim, heveslenip çıktım yola. Evin etrafındaki parkta filan döndüm dolaştım, eve dönerken bir araba içinde beş tane sıfatsız adam, yavaşladılar benim yanımdan geliyorlar, camlar açık kafalar dışarda, bana dönük. Gidin diyorum, hegele hügele bir şeyler diyorlar, salyalı salyalı. Bir süre böyle seyrede seyrede geldiler yanımdan. Benim de sinirlenince ağzım çok bozuluyor, adamlara bastım küfürü ama ağzımdan bok akıyor, cinsiyetçi küfürün bini bir para; adamları da çok mu sinirlendirdim diye endişeleniyorum bir yandan. Sonra polis gördüm, şikayet ettim, gittiler. Zaten bisiklete binme becerilerime fazla güvenemezken bu olay biraz tedirgin etti. Ama birkaç hafta sonra bu tatsız hadiseyi unutup cesaretimi topladım veeee bugün işe bisikletle geldim. (Burada kendimi alkışlıyorum.) Konya'da pek çok yerde bisiklet yolu var, zaten Konya'ya İç Anadolu'nun Kopenhag'ı derler. (Hayır demezler saçmalamayın, diyeni de dövün.) Ben geldiğimden beri, yani beş aydır, yüzlerce bisikletli gördüm, genç, yaşlı, çeşit çeşit. Ama sadece bir tane kadın gördüm bisiklet üstünde. Bugün itibariyle sanırım iki olduk. İnsanlık için küçük, Konya için istenmeyen bir adım. Herkese ve güzel Konyamıza hayırlı olsun. Trafikten çekindiğim için sabah 6 buçukta çıktım evden, 7'de hastanedeydim. Yarın hemen dekanla görüşüp fazla mesai isteyeceğim, ya da belki senelerce işe geç geldiğime sayarım. Neyse önce trafiğe alışayım da, sonra bisikletle de geç gelirim.

Ürünsüz, hayırsız domatesimin bebekiği. Şimdi eşşek kadar oldu. Zaman işte, nasıl hızla geçiyor değil mi?
Nasıl, iyi delirmiş miyim, beğendiniz mi?


aslında fena gitmiyordum
ama sonra sarpa sardı.
Velhasıl şehrimiz etkinliksiz. Ankara'da evin yolunu bilmezdim, Konya'da bu kadar saat evde olunca ne yapacağımı şaşırdım. Önce biraz evi temizledim, hemen temizlendi bitti; bir adet (1) ahşap boyadım, maalesef çok çirkin oldu; kısa ve tatsız bir etamin işleme girişimim oldu, allah belasını
versin o nakış iplerinin, hepsi birbirine dolandı düğüm oldular durdular; youtube videoları eşliğinde yoga yapıyorum madem boş vakit bol, çok şükür bacağımı başıma dolayacak esnekliğe eriştim; okuyorum işte senelerdir kitaplıkta sıra bekleyen alınıp alınıp dizilmiş, okunmaktan çok alınmaya heves edilmiş kitaplarımı; ve hepsini de yapsan vakit dolmuyor, günler geçmiyor, böylece sıra geldi tarıma. Tarım meşakkatli, sabır istiyor, ilgi istiyor, ürün de yok ama olsun, anlayabildiğim becerebildiğim kadarıyla uğraşıyorum. Ne var ki ben bu taze yaşımda (taze dediğim de otuz maşallah), sabah kalkıp ürünsüz hayırsız bitkilerimle konuşuyorsam eğer, sorumlusu işte bu hımıldak şehirdir! Ah benim etkinliksiz Konyam!
Ve ayrıca çiftçiyi bitirdiniz be! 

1 Mart 2018 Perşembe

Legal Alien

Pek çok şey olabilir ama uzak asla değil. Arabayla 3, trenle 2 saat. Artık resmen Konya’da ikamet ediyorum. Arkadaşımın muhteşem tanımlamasıyla “legal alien” günlerim başladı. Bazen gün içinde bu şarkıyı mırıldanıyorum ama göndermeyi anlayan olmadı. Kimseye haksızlık etmeyeyim, ben de tutup elektrik süpürgesi tamircisinde mırıldandım, tamircide kadın başıma şarkı söylemem hepten garip karşılandı, içeriğe varamadan usülden red yedim. 

Yüzme havuzu sorununu çözdüm, normalin tam olarak iki katı para verince daha az muhafazakar alanlar bulmak mümkün oluyormuş meğer, Dedeman’ın spor salonuna kayıt oldum. Orda hem karışık havuz hem de isteyene ayrı kadın havuzu var ama kadın havuzu daha küçük. Karma havuza giriyorum, bir sıkıntım olmadı henüz. (Ayrıca biz Konya’da ne kadın ne bayan, direk bacım diyoruz. Kadın havuzu filan yazıyorum, aklınızda yanlış bi fikir oluşmasın.) 

Siz Konya'yı çok hafife alıyorsunuz, bizim burda tropik kelebek bahçemiz var.
Bu fotoğraf da ordaki pupa dolabının içini gösteriyor. Gelmiyorsunuz ki, gelseniz gezdiricem hepinizi. 

Mevlana müzesi ve tropik kelebek bahçesine gitmek gibi turistik etkinlikleri ilk haftadan hemen yaptım. Mevlana babadan zenginmiş, bunu öğrenince biraz tadım kaçtı. Şems sırra kadem basınca, artık öldürdüler mi ne yaptılarsa, ben sanıyordum ki Mevlana da perişan olmuştur, yok o başkasıyla muhabbete koyulmuş. Böyle şeyler keyfimi kaçırdı. Ama yine de büyüğümüzdür deyip işime baktım. 


Mevlana'nın türbesi
Mevlana (b.z.) hazretleri.
bz= babası zengin. 
İlk haftamda hastaneye giderken elbise giydim, denedim ne olacak diye, kan alma hemşiresi bana “serseri misin sen” dedi, “seni görünce içimiz bi hoş oldu” dedi. Ben böyle pat diye serseri lafını hiç beklemiyordum, hazırlıksız yakalanınca iyice aptallaştım, bir yandan kan vermek için dövmesiz kolumu uzatmaya çalışıyorum, “legal alien”lığım hepten ayyuka çıkmasın diye, bir yandan da öyle bir kolum olmadığı için işim zor; “dün kalın kapalı kışlık giyindim, ayağım pişti, hava çok sıcak, böyle şubat mı olur” gibi manasız savunma cümleleri sıraladım. Güzelce bir cevap veremedim diye içime çok dert oldu. Akşamları yatıyorum yatağıma, hemşire ablaya laflar sıralıyorum içimden, “istediğimi giyerim, kimmiş serseri, Türkiye laiktir, ne demek serseri” diye sayıklıyorum, öyle biraz rahatlıyorum.



Taşrada hayat çok ucuz. Konya tren garına arabayı bırakıyorum, 24 saat 5 lira. Aynısını Ankara’da yapınca 25 lira. Dürüm çiğ köfte 1,5 lira. Ankara’da 2,5-5 arası değişiyor. Zaten benim dışarıyla işim de en çok bu ikisi. Soya sütü henüz bulamadım, vegan peynir, vegan yoğurt gibi şeyleri internetten siparişle temin mümkün. Zaten Ankara da bir vegan cenneti değildi, çok yabancılık çekmiyorum. 


Ankara tren garı otopark tarifesi  

Konya tren garı otopark tarifesi

























Son olarak apartmandaki kapıcımızı anlatmak isterim size. Melek bey, Melek efendi veyahut Melek amca. Evet adamın adı Melek. Şimdi ben bu evi tutalı beş ay oldu, güvenlik soruşturması uzayınca taşınamadım bir türlü. Beş ay önce ilk tanıştığımızda Melek efendi hemen Meram tıp’ta çalışacağımı öğrendi, bana diyor ki “benim de gözümde lazerle damar yakılacak senin hastanede.” Anacım ben hastanenin yolunu bilmiyorum daha, senin işini nasıl halledeyim. Ayrıca sevmiyorum eş dost işi halletmeyi hastanede. Neyse bir şekilde savuşturdum o sefer.  Beş ay geçti, geldim temelli taşınıp, diyor ki “göze bakamam diyordun, omzumda kas yırttım, tam senlik.” Türk sit-com’u tadında Melek efendi’nin ayıp olmasa fotoğrafını da çeker koyardım buraya, ama ayıp olur. Hayal gücünüzle idare edin. 

Yolunuz düşerse beklerim demiştim, hala daha bekliyorum, daha da bekleyecek gibiyim. 


Sevgiler 

13 Eylül 2017 Çarşamba

Konya'da Direk Dansı

Blog tıklansın diye yazıyla alakalı ama feci şekilde çarpıtılmış başlık attım. Bu ucuzlukları hep odatv'den öğreniyorum.

Gelelim direk dansı bahsine. Melbourne'deyken fark etmiştim, orada zibil gibi direk dansı kursu vardı. (Gördüğünüz gibi şarka gitmemin üstünden neredeyse bir yıl geçti ama hala ekmeğini yiyorum.) Gavur buna "pole dance" diyor. Bunu striptizci kursu gibi düşünmeyin, halk eğitim meslek edindirme kursu değil bu, daha ziyade eğlenceli, maceralı bir egzersiz biçimi. Hiç de kolay değil ayrıca, kuvvetli olacaksın, esnek olacaksın, çevik olacaksın, dengen iyi olacak, biraz da gözüpek olacaksın bu işi becerebilmek için. Merak edenler için birkaç link koyuyorum, ayıplı olmayan direk dansı nedir diye bakabilirsiniz: Buraya, buraya, buraya ya da buraya tıklamak serbest. (utanmayın ayol, egzersiz diyorum size spor diyorum.) Bazı kurslar sadece kadınlara özel, bazıları ise kadın-erkek karışık sınıflar açıyor. Ben neredeyse Melbourne'dekilerin hepsini, saatlerini, başlangıç kurlarını, ücretlerini vs araştırdım, kafaya koymuştum öğreneceğim direkte fır dönmeyi, tepetaklak aşağı kaymayı ama bu meseleye orada olduğum sürenin son ayında uyandığım için dedim ki "şimdi  başlasam da bir ayda pek bir şey öğrenemem, artık temelli geldiğimde başlar, uzun uzun devam ederim." Zaten tahmin edersiniz ki oradaki her şey gibi bu kurslar da çok pahalıydı. Neticede Avustralya'ya temelli taşınma ihtimalimin dayanağı olan doktora başvurusu zamanı geçenlerde geldi, oradaki hocam bana mail attı, "ne yapıyorsun, geliyor musun?" dedi, dedim ki "belki başka zaman, ben şimdi Konya'ya mecburi hizmete gidiyorum."

ben zaten tepetaklak duramam ya, çok korkuyorum.
ayağımı duvara yaslayarak amuda kalkmam bir yılımı aldı.
Avustralya'ya taşınmama kararım sonucunda direk dansı hayalim bu iş Türkiye'de yaygınlaşıncaya kadar askıya alınmış oldu. (Lan aslında bir hoca getirip ben mi açsam bu kursu? Arkadaşlar iş  konuşmak isteyenler özelden yazsın.)

Pek yakında Konya'da yaşamaya başlayacağım, haftaya evimi taşıyacağım, güvenlik soruşturmasının tamamlanıp tebligatın yapılmasını bekliyorum. Çokça heyecanlıyım, biraz da korkuyorum. Konya'ya, Ankara'da on beş yılda edindiğim yüz bin kişilik arkadaş çevremi bırakıp bir başıma gidiyorum. Kendimle başbaşa kalmak hiç becerikli olduğum bir konu değil maalesef, ilk zamanlarda orada yalnız başıma bocalamayayım diye bazı önlemler almaya çalışıyorum. Örneğin Ankara'da hiç de adetim olmayan havuza yazılmak işine niyetlendim bu sebeple. (Kendimle ilgili bazı gereksiz bilgiler paylaşayım: Benim ömürlük kullanmam gereken bir ilacım var, bazı kişilerde erken kemik erimesi yapmış bu ilaç yan etki olarak. O yüzden ben egzersizimi kemiği de geliştiren koşu gibi, ağırlık çalışmak gibi şeylerden seçiyorum. Malum yüzmenin kemiğe bir hayrı yok. Ama Konya'da yapacak işim gücüm yok, hem koşarım hem de bir iki gün yüzmeye de giderim, zararı olmaz dedim. Havuz araştırmaya başladım. ) Konya'nın havuzları hamam misali, kadın saati - erkek saati ayrı! Bazıları direk günleri bölüştürmüş hatta, salı-perşembe-pazar bayan günü diyor. Saat paylaştıranlar kadınlara haftanın üçte birini ayırmış sadece, bu saatleri de genellikle mesai saatlerine denk getirmiş. Haftanın üçte ikisi erkeklere. Karşı cins arkadaşlarla eşzamanlı kulaç atıp ayak vurmanın uygunsuz olduğunu düşünmüş belli ki Konya ahalisi, oysa ben kafasında bone olan hiçbir canlıdan zarar gelmeyeceğine eminim. Elinde atom bombasının düğmesi olsun, kafasında boneli adamdan zarar gelmez, öyle naif bir aksesuar o. Neyse ben bu havuz olayını şaşıra şaşıra kime anlattıysam "evet bizim orda da öyle" dedi. Sizin oraların da allah bin belasını versin, ne diyeyim. İlla ki yeterince araştırırsam saatleri bana uyan bir havuz bulabileceğime inanarak Konya gerçeğine usul usul alışmaya çalışıyorum.

Konya'dan MS 2017 yılına ait bir havuz seansları tablosu.
Renklerin çirkinliğine bakılarak orjinal bir eser olduğunu söylemek mümkün, bu çirkinlik o dönemde iç anadolu esnafınca sık tercih edilmiştir. Benzer renk kullanımını aynı döneme ait kebapçı menülerinde de görmek mümkündür.  
Ben bu havuz işini bir şekilde hallederim ama haftada yedi gün var, ben yüzsem yüzsem iki gün yüzerim. Bana daha fazla aktivite lazım. Oldum olası koro sevmişimdir, aklımda da hep uygun bir zaman olsun, iyi bir türk sanat müziği korosuna katılayım (evet ruhum yaşlı, kime ne) diye bir düşünce vardı. Ankara'da koro sürüyle, ama zaman uymadı. Ama Konya'da öyle mi, zamandan bol ne olacak, yazılırım en nefis TSM korosuna, istedikleri kadar çok çalışma koysunlar hepsine giderim. Ama araştırıyorum, soruşturuyorum, Konya'da baronun korosu dışında bir tanecik olsun sanat müziği korosu yok. Ben de avukat olmadığıma göre kaldım mı korosuz? Bakın direk dansından vazgeçtim ses etmedim, kızlı erkekli havuzlarda kulaç atmamaya da razı geliyorum, bana bir koro bulun ben makamınca şarkılarımı söyleyeceğim, cık, o da yok. (Konya'nın sosyal hayatına dair endişelerim gittikçe artıyor anlayacağınız.) Sonunda bir adet tasavvuf müziği topluluğu buldum. Allah kabul etsin düzenli meditasyon yapan, Budizm'in reenkarnasyon gibi bilimdışı yanlarını sallayıp kalanıyla kıyısından köşesinden ilgilenen (bakın bu da Melbourne'de bulaştı, aman ne Melbourne'müş, demek gitmesem hepten köylü kalacakmışım.) bir insan evladıyım. Tasavvuf bana ters olmasa gerek diye tahmin ediyorum. Konya'ya gitmişken tasavvufla şöyle yakından tanışmak, azıcık içli dışlı olmak harika fikir dedim. Nasiplenirim bu kültürden, zaten müziğini ufaktan dinlemişliğim de var, dede efendi olsun, ıtri olsun, tanıdığımız sevdiğimiz abilerimiz. Ben böyle böyle direk dansı kursundan tasavvuf müziği topluluğuna doğru kendimi ikna ederken gördüm ki bu topluluk hem amatör değil, hem de aşağıdaki fotoğraftan göreceğiniz gibi pek beni aralarına alacak bir ekip gibi değiller. Bu koro çalışmalardan sonra bir şeyler içmeye de gitmiyordur sanırım.

Konya Türk Tasavvuf Müziği Topluluğu
(o çarşafların içinde hep çıplaklarmış diyorlar ama günahları boyunlarına)

Neyse korosuna giremedik diye tasavvufu sallamayacağım, merak ettim bir kere, biraz okuyacağım gitmişken. Kindle'ıma cilt cilt mesnevi indirdim, oradan başlarım.

Hayat şartları ve mecburi hizmet ikilisi sağolsun hayaller yirmi santim cam topuklu ayakkabılarla direklerde saltolar atıp başaşağı fır dönmek olsa da, hayatlar havuzların bayan saatlerinde yüzmek ve diğer günlerde evde duş başlığına "Tut-i mucize-guyem ne desem laf değil"... Benim hayaller de şimdi biraz şey, ben bunu kabul ediyorum ama bir kent için de korosuzluk kabul edilebilir gibi değil.

Velhasıl mecburi hizmet süresince amacım Konya'nın Ankara'ya yakınlığıyla teselli olmak değil, şehrin kendisinde seveceğim şeyler bulup geçici de olsa orada kendime bir hayat kurmak. Bunu yapabileceğimi de sanıyorum. Bundan sonra ilginç bir şeyler denk gelirse eğer, iyi niyetim ancak adetlerine asla uymayan kişiliğimle barınmaya çalışacağım Konya'dan yazacağım. Yolunuz düşerse beklerim, sevgiler.